Hakkıyla hâdimü’l-Kur’ân’dır Üstâd, İsbata kâfîdir bu muvâfakat.
Hayret-bahş esrâra vâkıftır bu zât, İhvâna deriz haber-i beşâret.
Sekiz yüz sene evvelinden görmüş, Hâdimü’l-Furkān Bedîüzzaman’ı.
Habîb-i Hudâ hem de Gavs-ı A‘zam, Sultânü’l-Evliyâ Şâh-ı Geylânî.
Büyük bir hüsn-ü zan ile Üstâdın, Seni Kur’ân hâdimi eder add.
Kapan secde-i şükre, de Hulûsî: اِلٰه۪ي اَنْتَ رَبّ۪ي وَاَنَا الْعَبْدُ
Bu âciz kulunu muvaffak eyle, Hizmet-i Kur’ânla şeref-yâb eyle.
Hizbü’l-Kur’ândan ayırma, tâ ebed, Bu âsî kuluna merhamet eyle.
Üstâdım Saîd Nûrsî’den ol râzı, بِحُرْمَةِ حَب۪يبِكَ الرَّاضِي الْمَرْضِيِّ
Evliyâ sultanı Abdülkādir’in (ra), Himmetin eksiltme bizden İlâhî.
İhbârnâme-i gaybin ızhârının, Gönül istedi yazmak tarihini.
Yüz bin hamd ü şükret Hakk’a Hulûsî, Sana Üstâddır Molla Saîd Nûrsî.
Uhrevî kardeşiniz
Hulûsî
(153)
(Saîd Nûrsî’nin bir fıkrasıdır)
(Eğirdir Müftüsü’ne son bir ihtâr)
Bir kardeşimiz olan Hakkı Efendi’nin hatırı için lâyık olduğu şiddeti terk edip, gāyet mülâyim bir sûrette ihtâr edildi.
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ
Eski bir dosta ve ilim noktasında bir arkadaş olmak üzere sizinle bir hasbihâl edeceğim. İkimize taalluk eden bir musîbet-i dîniyeyi size haber veriyorum. Bunun telâfîsine mümkün olduğu kadar beraber çalışmalıyız. Şöyle ki: Zâtınız, herkesten ziyâde hizmetimize tarafdâr ve harâretle himâyetkâr olmak lâzım gelirken, maatteessüf meçhûl sebeblerle,
aksimize tarafgîrâne ve bize karşı soğukça rakîbâne baktığınızdan, oğlunuzu bu köyde yerleştirip ona dost ahbâb buldurmak için çalıştınız. Neticesinde burada öyle bir vaz‘iyet hâsıl olmuş ki, mâhiyetini düşündükçe senin bedeline ruhum titriyor. Çünki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ kaidesince, bu vaz‘iyetten gelen günahlardan, seyyiâttan siz mes’ûlsünüz.
Zehire tiryâk nâmı vermekle tiryâk olmadığı gibi, zındıka hissiyâtını veren ve dinsizliğe zemin ihzâr eden bir hey’etin vaz‘iyetine ne nâm verilirse verilsin, ‘Genç Yurdu’ denilsin, hatta ‘Mübârek Yurdu’ denilsin, ne denilirse denilsin, o ma‘nâ değişmez. Başka yerlerde Genç Yurdu ve Türklük Meclisi, Teceddüd Mahfili gibi isim ve ünvanlarıyla bulunan hey’etler, başka şekillerde zararsız bir sûrette bulunabilirler.
Fakat bu köyde, madem sekiz senedir, sırf esâsât-ı îmâniye ve usûl-ü hakāik-i dîniye ile meşgulüz. Elbette bu köyde bize karşı muannidâne bir hey’etin ta‘kîb edeceği esas ise, îmânsızlığa ve usûl-ü dîniyeye muhâlif, hatta zındıka hesabına bir hareket yerine girer. Bilinsin bilinmesin, netice o çıkar. Çünki bu havâlîde umumca tebeyyün etmiş ki, siyâset cereyânlarıyla alâkadâr değilim. Belki yalnız hakāik-i îmâniye ile meşgulüz. Şimdi burada birisi bize muhâlif hareket etse, hükûmet hesabına olamaz. Çünki mesleğimiz siyâsî değil. Hem yeni bid‘alar hesabına da olamaz. Çünki hakîkî meşgalemiz esâsât-ı îmâniye ve Kur’âniyedir.
Hem resmî diyânet dâiresinin emirleri hesabına dahi değil. Çünki emirlerini tenkîd ve muhâlefet meşgalesi bizi kudsî hizmetimizden bir derece men‘ ettiği için, o meşgaleyi başkasına bırakıp onunla meşgul olmuyoruz. Mümkün olduğu kadar kendimizi o emirlere karşı temas ettirmemeye çalışıyoruz.
Öyle ise, sekiz sene bu cereyân-ı îmâniye merkezi olan bu köyde, bize karşı muhâlefetkârâne ve mütecâvizâne vaz‘iyet alana ne nâm verilirse verilsin, muhâlefeti zındıka hesabına ve îmânsızlık hesabına kaydedilecek. İşte, sizin ilminize ve makam-ı ictimâînize ve mansıb-ı fetvânıza ve bu havâlîdeki nüfûzunuza ve evlâd hakkındaki müfrit şefkatinizden gelen teşvîkkârâne muâvenetinize istinâd ederek, burada hem beni, hem seni pek ciddî alâkadâr edecek bir vaz‘iyet vücûda geliyor.
Ben kendim burada muvakkatim. Islahına da mükellef değilim. Belki bir derece mes’ûliyetten kurtulabilirim. Fakat zâtınız hem sebeb, hem nokta-i istinâd olduğunuzdan, o vaz‘iyetten gelen müdhiş meyveler defter-i a‘mâlinize geçmemek için, her şeyden evvel bu vaz‘iyeti ıslah etmelisiniz. Veyahud oğlunu buradan çek. O dâimî senin ma‘nevî hazinene günah işleyecek tezgâhı tebdîl etmeye çalış. Zâtınıza bu tezgâhın mahsûlâtından numûne olarak, sizin hesabınıza bana muhâlefet sûretinde gelen yalnız iki küçük numûneyi göstereceğim:
(Birincisi) Benim haddimden çok fazla hüsn-ü zanda bulunan ve harekâtımı herkesten ziyâde hak telakkî eden bir ehl-i ilim, sana i‘timâden oğlunuza meslekçe dostluk etmiş. O adam bir gün yanıma geldi. Hususî odamda namazımı kılmak vakti idi. Benimle beraber cemâatle namaz kılmak onun yanında çok ehemmiyetli olduğu halde, gizli Ezân-ı Muhammedî’yi (asm) işitmekten müteneffirâne, havftan gelen bir istikrâh ile, kalktı, kaçtı. Bu işe sen fetvâ ver! Fahr-i Âlem’in (asm) en nûrânî, lezîz, kudsî kelimâtını işitmekten kaçan bir kulağın altında olan kalbde bulunan îmân, ne hâle girdiğini sen söyle! Bu böyle olsa, başka câhiller yahud gençler, o meslekte nasıl boya alırlar, kıyâs ediniz. Benimle beraber bu işe ağlayınız.
(İkincisi) Bir dostum vardı, takvâsı ifrât derecesinde idi. Benim yanıma geldiği vakit, âhirete âit en güzel parçaları bana gösteriyordu ve ihtâr ediyordu. Zâtınız onu bir derece benden soğutmak ve senin oğluna dost yapmak sûretinde onunla konuşmuşsunuz.
İşte o zât, o telkînâttan sonra geçen Ramazan’da bir gün, bana Hülâgû, Cengiz vak’alarını okutmak için gösterdi. “Aman, bunları oku” dedi. Ben kemâl-i taaccüb ve hayretimden dedim: “Kardeşim, sen dîvâne mi oldun? Benim Delâil-i Hayrât’ı okumaya vaktim yok. Böyle zalemelerin sergüzeşt-i zâlimânelerini bu Ramazân-ı Şerîf’de bana okutmak hissini nereden kaptın?” dedim. Haftada iki def‘a yanıma gelen o hâs dostumu, iki ayda bir def‘a daha göremedim. Fakat hakkında inâyet vardı, o halden kurtuldu.
Her ne ise, bu nev‘den olan elîm hâdiseler çoktur. Hakîkatli bir kardeşimin neseben kardeşi olduğunuzdan, haşînâne değil, mülâyimâne bir sûrette olan bu derdleşmekten gücenmemek gerektir.
اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي
Saîdü’n-Nûrsî
(İhtâr) Hiç kimseye söylemediğim, hatta düşünmesini de istemediğim, Kur’ânî hizmetimize zarar veren bir hâlet söyleyeceğim: Zâtınız, bize bir zaman dost göründüğünüzden, senin oğlun talebe gibi yanıma geliyordu. Ciddî istifâdeye çalışıyordu. Değil bana sıkıntı vermek, belki ihtârâtımı, ciddî telakkî ediyordu. Vaktâ ki zâtınız bana karşı rakîbâne bir vaz‘iyet aldınız, oğlunuz da o vaz‘iyetin te’sîriyle öyle bir şekle girdi ki, en mutî‘ bir talebeden, en merhametsiz bir düşman vaz‘iyetine geldi. O zamandan beri çektiğim sıkıntıların ve hizmet-i Kur’âniyemize gelen zararların kısm-ı a‘zamı, oğlunuzun yüzünden ve senin o rakîbâne vaz‘iyetinden geldiğine şübhe kalmadı. Senin nüfûzun ve şerefin olmasaydı, oğlun böyle şeylere müdâhale edemezdi.
Her neyse, sizi bütün bütün gücendirmemek için kısa kesiyorum. Kardeşim Hakkı Efendi’nin hatırı için ben hakkımı helâl ederim. Fakat bizi istihdâm eden ve hizmetine kabul eden Kur’ân-ı Hakîm’in darbesinden korkmalı. Belki o helâl etmez.
(154)
(Saîd Nûrsî’nin bir fıkrasıdır)
Ehl-i bid‘anın şiddetli hücumuna ma‘rûz kalan Süleyman hakkındadır.
(Suâl) “Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın me’muru, çok adamlar onu tenkîd ediyorlar. ‘Lüzûmsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, âdetâ münâfıklık ediyor’ derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor; mâhiyeti nedir, bildir.”
(Elcevab) Süleyman sekiz sene benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-i maddiye mukābilinde olmayarak, kendi işini bırakıp, kemâl-i sadâkatle lillâh için hizmeti bu köyce ma‘lûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil, belki bu vilâyet iftihâr etmeli. Bu tarz ahlâk bu zamanda bulunması medâr-ı ibrettir. Ben hem garib, hem misafirim. Benim istirâhatimi te’mîn etmek bu köyün borcu idi. Bu köy nâmına Cenâb-ı Hakk onu ve Mustafa Çavuş’u ve Muhâcir Hâfız Ahmed’i ve Abdullâh Çavuş’u bana ihsân eyledi. Ben de Cenâb-ı Hakk’a şükrediyorum. Bunlar, bana yüzer dost kadar kıymetdar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben,