Sayfa 138

YİRMİ ALTINCI MEKTUB

بِاسْمِه۪

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

Şu Yirmi Altıncı Mektub birbiriyle münâsebeti az “Dört Mebhastır.” Birinci Mebhas: On Dokuzuncu Mektub’un On Sekizinci İşareti’nde, yalnız kulağı bulunan avâm tabakasına karşı i‘câz-ı Kur’ân fehminde o kulaklı demiş: “Şeytan bile diyemez.” cümlesine îzâhlı bir hâşiyedir.

Birinci Mebhas: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ

حُجَّةُ الْقُرْاٰنِ عَلَي الشّيْطَانِ وَحِزْبِه۪

İblîs’i ilzâm, şeytanı ifhâm, ehl-i tuğyânı iskât eden Birinci Mebhas. Bî-tarafâne muhâkeme içinde şeytanın müdhiş bir desîsesini kat‘î bir sûrette reddeden bir vâkıadır. O vâkıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeât’da yazmıştım. Şöyle ki:

Bundan on bir sene evvel, Ramazân-ı Şerîf’de, İstanbul’da, Bâyezîd Câmi‘-i Şerîfi’nde hâfızları dinliyordum. Birden şahsını görmedim, fakat ma‘nevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayâlen dinledim. Baktım ki, bana der: “Sen Kur’ân’ı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bî-tarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?”

Hakîkaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farzedip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bâyezîd’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce, ortalık karanlığa düşer. Öyle de, o farzile Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni vartaya yuvarlandırıyor.

Kur’ân’dan istimdâd ettim. Birden bir nûr kalbime geldi. Müdâfaaya kat‘î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece şeytana karşı münâzara başladı. Dedim: “Ey şeytan! Bî-tarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaz‘iyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin dediğiniz bî-tarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizâmdır.

Sayfa 139

Bî-taraflık değildir. Muvakkatenbir dinsizliktir. Çünkü Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizâmdır. Bî-tarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgîrliktir.” Şeytan dedi ki: “Öyle ise, ne Allah’ın kelâmı, ne beşer kelâmı deme, ortada farz et, bak.” Ben dedim: “O da olamaz. Çünkü münâzaun-fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakın ise ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit o mal, ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir sûrette bir yerde bırakılacak. Hangisi isbat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağribde ise, o vakit kaideten sâhibü’l-yed kim ise, onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kābil değildir.”

İşte Kur’ân kıymetdar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte serâdan süreyyâya kadar birbirinden uzak iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü vücûd ve adem gibi ve nakzeyn gibi iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur’ân için sâhibü’l-yed taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i isbâta bakılacak. Eğer öteki taraf onun Kelâmullâh olduğuna dâir bütün burhânları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir. Yoksa uzatamaz. Heyhat! Binler berâhîn-i kat‘iyenin mıhlarıyla Arş-ı A‘zam’a çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün mıhları söküp, o direkleri kesip, onu düşürebilir. İşte, ey şeytan! Senin rağmine ehl-i hak ve insaf bu sûretteki hakîkatli muhâkeme ile muhâkeme ederler. Hatta en küçük bir delilde dahi Kur’ân’a karşı îmânlarını ziyâdeleştirirler. Senin ve şâkirdlerinin gösterdiği yol ise, bir kerre beşer kelâmı farz edilse, yani Arş'a bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhânların metânetinde bir tek burhân lâzım ki, onu yerden kaldırıp Arş-ı ma‘nevîye çaksın. Tâ küfrün zulümâtından kurtulup, îmânın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için senin desîsen ile şu zamanda bî-tarafâne muhâkeme sûreti altında çoklar îmânlarını kaybediyorlar.

Şeytan döndü, dedi ki: “Kur’ân beşer kelâmına benziyor. Onların muhâveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Allah’ın kelâmı olsa, ona yakışacak, her cihetçe hârikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san‘atı

Sayfa 140

nasıl beşer san‘atına benzemiyor, kelâmı da benzememeli.” Cevâben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, mu‘cizâtından ve hasâisinden başka, ef‘âl ve ahvâl ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekvîniyesine münkād ve mutî‘ olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker ve hâkezâ. Her bir ahvâl ve etvârında hârikulâde bir vaz‘iyet verilmemiş. Tâ ki ümmetine ef‘âliyle imam olsun. Etvârıyla rehber olsun. Umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında hârikulâde olsa idi, bizzât her bir cihetçe imam olamazdı. Herkese mürşid-i mutlak olamazdı. Bütün ahvâliyle ‘Rahmeten lil’âlemîn’ olamazdı.

Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm ehl-i şuûra imamdır. Cin ve inse mürşiddir. Ehl-i kemâle rehberdir. Ehl-i hakîkate muallimdir. Öyle ise, beşerin muhâverâtı ve üslûbu tarzında olmak, zarûrî ve kat‘îdir. Çünkü cin ve ins münâcâtını ondan alıyor. Duâsını ondan öğreniyor. Mesâilini onun lisânıyla zikrediyor. Edeb-i muâşereti ondan taallüm ediyor ve hâkezâ. Herkes onu merci‘ yapıyor. Öyle ise, eğer Musa Aleyhisselâm’ın Tûr-u Sînâ’da işittiği Kelâmullâh tarzında olsa idi, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi. Ve merci‘ edemezdi. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulü’l-azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Musa Aleyhisselâm demiş: اَهٰكَذَا كَلَامُكَ؟ قَالَ اللّٰهُ ل۪ي قُوَّةُ جَم۪يعِ الْاَلْسِنَةِ

Şeytan yine döndü, dedi ki: “Kur’ân’ın mesâili gibi, çok zâtlar o çeşit mesâili din nâmına söyleyebilirler. Onun için bir beşer, din nâmına böyle bir şey yapmak mümkün değil mi?” Cevâben Kur’ân’ın nûruyla dedim ki: Evvelâ, dindâr bir adam din muhabbeti için “Hak böyledir, hakîkat budur, Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecâvüz edip, Allah’ın taklîdini yapıp, onun yerinde konuşmaz. فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَي اللّٰهِ düstûrundan titrer. Ve sâniyen, bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması, hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki yüz derece muhâldir. Çünkü birbirine yakın zâtlar, birbirini taklîd edebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin sûretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklîd edebilirler. Muvakkaten insanları iğfâl ederler. Fakat dâimî iğfâl edemezler. Çünkü ehl-i dikkat nazarında alâküllihal etvâr ve ahvâli içindeki tasannuâtlar, tekellüfâtlar sahtekârlığını gösterecek. Hilesi devam etmeyecek. Eğer sahtekârlıkla taklîde çalışan,

Sayfa 141

ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdî bir adam, İbn-i Sînâ gibi bir dâhîyi ilimde taklîd etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaz‘iyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendi maskara olacak. Her bir hâli bağıracak ki: “Bu sahtekârdır!” İşte hâşâ, yüz bin def‘a hâşâ! Kur’ân, beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl ki bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz hakîkî bir yıldız olarak rasad ehline görünsün? Hem bir sinek bir sene tamamen tavus sûretini tasannu‘suz temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr âmî bir nefer, nâmdâr, âlî bir müşîrin tavrını takınsın? Makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsâs etmesin? Hem müfterî, yalancı, i‘tikādsız bir adam, müddet-i ömründe dâimâ en sâdık, en emîn, en mu‘tekid bir zâtın keyfiyetini ve vaz‘iyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin? Dâhîlerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise yüz derece muhâldir. Ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedîhî bir muhâli vâki‘ farz etmek gibi bir hezeyandır.

Aynen öyle de, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki: Âlem-i İslâm’ın semâsında bilmüşâhede pek parlak ve dâimâ envâr-ı hakāiki neşreden bir yıldız-ı hakîkat, belki bir şems-i kemâlât telakkî edilen Kitâbün Mübîn’in mâhiyeti, hâşâ, bir yıldız böceği hükmünde tasannu‘cu ve yalancı bir beşerin hurâfâtlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar, farkında bulunmasın. Ve onu dâimâ âlî ve menba‘-ı hakāik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhâl olmakla beraber, sen ey şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin. Bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız ma‘nen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun. Yıldızı yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.

Sâlisen: Hem Kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki: Âsârıyla, te’sîrâtıyla, netâiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşâhede en ruhlu ve hayat-feşân, en hakîkatli ve saadetresân, en cem‘iyetli ve mu‘cizbeyân ve âlî meziyetleriyle yaldızlı bu Furkān’ın gizli hakîkati, hâşâ, muâvenetsiz, ilimsiz bir tek insanın sahtekâr, âdî fikrinin tasnîâtı olsun. Ve yakınında onu temâşâ eden ve merak ile dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar, onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu‘ eserini görmesin. Dâimâ ciddiyeti, samîmiyeti, ihlâsı bulsun. Bu ise yüz derece muhâl olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emâneti, îmânı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren

Sayfa 142

ve ders veren ve sıddîkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âlî haslet telakkî edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en îmânsız, en ihlâssız, en i‘tikādsız farz etmekle, muzâaf bir muhâli vâki‘ görmek gibi, şeytanı dahi utandıracak bir hezeyân-ı fikrîdir. Çünkü şu mes’elenin ortası yoktur. Zîrâ farz-ı muhâl olarak, Kur’ân Kelâmullâh olmazsa, Arş'dan ferşe düşer gibi sukūt eder. Ortada kalmaz. Mecma‘-ı hakāik iken, menba‘-ı hurâfât olur. Ve o hârika fermanı gösteren zât, hâşâ, sümme hâşâ, eğer Resûlullâh olmazsa, a‘lâ-yı illiyyînden esfelü’s-sâfilîne sukūt etmek ve menba‘-ı kemâlât derecesinden ma‘den-i desâis makamına düşmek lâzım gelir. Ortada kalamaz. Zîrâ Allah nâmına iftirâ eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği dâimî bir sûrette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşâhede etmek ne kadar muhâl ise, şu mes’ele de öyle muhâldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir dîvâne lâzım ki, buna ihtimâl versin.

Râbian: Hem Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki: Benî-âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (asm) mukaddes bir kumandanı olan Kur’ân, bilmüşâhede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düstûrlarıyla, nâfiz emirleriyle o pek büyük orduyu, iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizâm verdiği, bir inzibât altına aldığı ve maddî ve ma‘nevî techîz ettiği ve umum efradın derecâtına göre akıllarını ta‘lîm ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshîr ve vicdanlarını tathîr, a‘zâ ve cevârihlerini isti‘mâl ve istihdâm ettiği halde; hâşâ, yüz bin hâşâ, kuvvetsiz, kıymetsiz, hakîkatsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhâli kabul etmek lâzım gelmekle beraber; müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakk’ın kanunlarını benî-âdeme ders veren; ve samîmî ef‘âliyle hakîkatin düstûrlarını beşere ta‘lîm eden; ve hâlis ve ma‘kūl akvâliyle istikametin ve saadetin usûllerini gösteren ve te’sîs eden; ve bütün târîhçe-i hayatının şehâdetiyle Allah’ın azabından çok havf eden ve herkesten ziyâde Allah’ı bilen ve bildiren; ve nev‘-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren şöhretşiâr şuûnâtıyla, nev‘-i beşerin, belki kâinâtın elhak medâr-ı fahri olan bir zâtı, hâşâ, yüz bin def‘a hâşâ, sahtekâr, düzmeci, Allah’dan korkmaz ve bilmez ve yalandan çekinmez, haysiyetini tanımaz, insaniyetin en âdî derecesinde farz etmek ile, yüz derece muhâli birden irtikâb etmek lâzım gelir. Çünkü şu mes’elenin ortası yoktur. Zîrâ farz-ı muhâl olarak, Kur’ân Allah kelâmı olmazsa, Arş'dan düşse,

Sayfa 143

orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise ey şeytan, yüz derece sen katmerli şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Ve çürümemiş hiçbir kalbi iknâ‘ edemezsin.

Şeytan döndü, dedi: “Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanların en meşhur âkillerine Kur’ân’ı ve Muhammed’i (asm) inkâr ettirdim ve kandırdım?” Elcevab: Evvelen gayet uzak bir mesâfeden bakılsa, en büyük bir şey, en küçük bir şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mûm kadardır denilebilir. Sâniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhâl bir şey mümkün görünebilir. Bir zaman bir ihtiyâr adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş. “Ay’ı gördüm” demiş. İşte muhâldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasden ve bizzât aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhâli mümkün telakkî etmiş.

Sâlisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabûl bir lâkaydlıktır. Bir göz kapamaktır. Ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu sûrette, çok muhâl şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz. Ama inkâr ise, o adem-i kabûl değil, belki o kabûl-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecbûrdur. O halde senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır. Sonra inkârı ona yutturur. Hem ey şeytan, bâtılı hak ve muhâli mümkün gösteren gaflet ve dalâlet; ve safsata ve inâd; ve mağlata ve mükâbere; ve iğfâl ve görenek gibi şeytânî desîselerle çok muhâlâtı intâc eden küfür ve inkârı, o bedbaht insan sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Hâmisen: Hem Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki: Âlem-i insaniyetin semâsında yıldızlar gibi parlayan asfiyâlara, sıddîkînlere, aktâblara bilmüşâhede rehberlik eden; ve bilbedâhe mütemâdiyen hak ve hakkāniyeti, sıdk ve sadâkati, emn ü emâneti umum tabakāt-ı ehl-i kemâle ta‘lîm eden; ve erkân-ı îmâniyenin hakāikiyle ve erkân-ı İslâmiyenin desâtîriyle iki cihanın saadetini te’mîn eden; ve bu icrââtının şehâdetiyle bizzarûre hâlis, hak ve sâfî hakîkat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının ve te’sîrâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip hâşâ, hâşâ, bir sahtekârın tasnîât ve iftirâlarının mecmûası nazarıyla bakmakla sofestaileri ve şeytanları dahi utandıracak

Sayfa 144

ve titretecek şenî‘ bir hezeyân-ı küfrî olmakla beraber; izhâr ettiği dîn ve şerîat-ı İslâmiyenin şehâdetiyleve müddet-i hayatında gösterdiği bil’ittifâk fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfî ubûdiyetinin delâletiyle ve bil’ittifâk kendinde göründüğü ahlâk-ı hasenesinin iktizâsıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakîkatin ve sâhib-i kemâlâtın tasdîkiyle en mu‘tekid, en mütedeyyin, en emîn, en sâdık bir zâtı, hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kerre hâşâ, i‘tikādsız, en emniyetsiz, Allah’dan korkmaz, yalandan çekinmez bir vaz‘iyette farz edip, muhâlâtın en çirkin ve menfûr bir sûretini ve dalâletin en zulümlü ve zulümâtlı bir tarzını irtikâb etmek lâzım gelir.

Elhâsıl: On Dokuzuncu Mektub’un On Sekizinci İşareti’nde denildiği gibi, nasıl kulaklı âmî tabakası, i‘câz-ı Kur’ân fehminde demiş: “Kur’ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcûd kitaplara kıyâs edilse, hiçbirisine benzemiyor. Ve onların derecesinde değildir. Öyle ise, ya Kur’ân umumun altındadır. Veya umumun fevkınde bir derecesi vardır.” Umumun altındaki şık ise, muhâl olmakla beraber, hiçbir düşman, hatta şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise Kur’ân umum kitapların fevkındedir. Öyle ise mu‘cizedir.

Aynen öyle de, biz de ilm-i usûl ve fenn-i mantıkça ‘sebir ve taksîm’ denilen en kat‘î huccetle deriz: Ey şeytan ve ey şeytanın şâkirdleri! Kur’ân ya Arş-ı A‘zam'dan ve İsm-i A‘zam'dan gelmiş bir Kelâmullâh'dır. Veyahud hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kerre hâşâ, yerde sahtekâr ve müfterî ve Allah’dan korkmaz ve Allah’ı bilmez, haysiyetini tanımaz, i‘tikādsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise ey şeytan, sâbık huccetlere karşı bunu sen diyemezsin ve diyemezdin ve diyemeyeceksin. Öyle ise, bizzarûre ve bilâ-şübhe Kur’ân, Hâlik-ı Kâinât’ın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur. Ve muhâldir ve olamaz. Nasıl ki kat‘î bir sûrette isbat ettik. Sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm ya Resûlullâh’dır ve bütün resûllerin ekmeli ve bütün mahlûkātın efdalidir. Veyahud hâşâ, yüz bin def‘a hâşâ, Allah’a iftirâ ettiği ve en büyük yalanları irtikâb ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azabına inanmadığı için, i‘tikādsız, vicdansız, esfelü’s-sâfilîne sukūt etmiş dîvâne bir beşer farz etmek (Hâşiye) lâzım gelir.

Hâşiye: Kur’ân-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyâtlarını ve galîz ta‘bîrâtlarını ibtâl etmek için zikrettiğine istinâden, ehl-i dalâletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhâliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, şu ta‘birâtı farz-ı muhâl sûretinde titreyerek kullanmaya mecbûr oldum.

Sayfa 145

Bu ise ey İblîs, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münâfıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz. Ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsidleri ve o münâfıkların en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm çok akıllı idi. Ve çok güzel ahlâklı idi.”

Madem şu mes’ele iki şıkta münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhâldir. Ve hiçbir kimse buna sâhib çıkmıyor. Ve madem kat‘î huccetlerle isbat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarûre senin ve hizbüşşeytânın rağmine olarak, bizzarûre ve bilbedâhe ve bihakkilyakîn Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm Resûlullâh’dır. Ve bütün resûllerin ekmelidir. Ve bütün mahlûkātın efdalidir. عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَالْاِنْسِ وَالْجَٓانِّ

Şeytanın ikinci küçük bir i‘tirâzı: Sûre-i قٓ وَالْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِ i okurken مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلَّا لَدَيْهِ رَق۪يبٌ عَت۪يدٌ ٭ وَجَٓائَتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ ذٰلِكَ مَا كُنْتَ مِنْهُ تَح۪يدُ ٭ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ ذٰلِكَ يَوْمُ الْوَع۪يدِ ٭ وَجَٓائَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَعَهَا سَٓائِقٌ وَشَه۪يدٌ ٭ لَقَدْ كُنْتَ ف۪ي غَفْلَةٍ مِنْ هٰذَا فَكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَٓاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَد۪يدٌ ٭ وَقَالَ قَر۪ينُهُ هٰذَا مَا لَدَيَّ عَت۪يدٌ ٭ اَلْقِيَا ف۪ي جَهَنَّمَ كُلَّ كَفَّارٍ عَن۪يدٍ ٭ Şu âyetleri okurken şeytan dedi ki: “Kur’ân’ın en mühim fesâhatini, siz onun selâsetinde ve vuzûhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerâttan, tâ kıyâmete atlıyor. Nefh-i Sûrdan, muhâsebenin hitâmına intikāl ediyor. Ve ondan cehenneme idhâli zikrediyor. Bu acîb atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur’ân’ın ekser yerlerinde böyle birbirinden uzak mes’eleleri birleştiriyor. Böyle münâsebetsiz vaz‘iyetle selâset, fesâhat nerede kalır?”

Elcevab: Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın esâs-ı i‘câzı, en mühimlerinden belâgatinden sonra îcâzdır. Îcâz, i‘câz-ı Kur’ân’ın en metîn ve mühim bir esasıdır. Kur’ân-ı Hakîm’de şu mu‘cizâne îcâz o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tedkîk karşısında hayrettedirler. Meselâ وَق۪يلَ يَٓا اٰرْضُ ابْلَع۪ي مَٓائَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِع۪ي وَغ۪يضَ الْمَٓاءُ وَقُضِيَ الْاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَي الْجُودِيِّ وَق۪يلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ Kısa birkaç cümle ile, Tufan hâdise-i azîmesini netâiciyle öyle îcâzkârâne ve mu‘cizâne beyân ediyor ki, çok ehl-i belâgatı belâgatine secde ettirmiş.

Sayfa 146

Hem meselâ كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوٰيهَا ٭ اِذِ انْبَعَثَ اَشْقٰيهَا ٭ فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللّٰهِ نَاقَةَ اللّٰهِ وَسُقْيٰيهَا ٭ فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوّٰيهَا ٭ وَلَا يَخَافُ عُقْبٰيهَا ٭ İşte Kavm-i Semûd’un acîb ve mühim hâdisâtını ve netâicini ve sû’-i âkıbetlerini böyle kısa birkaç cümle ile, îcâz içinde bir i‘câz ile, selâsetli ve vuzûhlu ve fehmi ihlâl etmez bir tarzda beyân ediyor.

Hem meselâ, وَذَا النُّونِ اِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادٰي فِي الظُّلُمَاتِ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ İşte اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ cümlesinden فَنَادٰي فِي الظُّلُمَاتِ cümlesine kadar çok cümleler matvîdir. O mezkûr olmayan cümleler fehmi ihlâl etmiyor. Selâsete zarar vermiyor. Hazret-i Yûnus Aleyhisselâm’ın kıssasından mühim esasları zikreder. Mütebâkîsini akla havâle eder.

Hem meselâ Sûre-i Yûsuf’da (as) اَرْسِلُونِ kelimesinden يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدّ۪يقُ ortasında yedi-sekiz cümle, îcâz ile tayyedilmiş. Hiç fehmi ihlâl etmiyor. Selâsetine zarar vermiyor. Bu çeşit mu‘cizâne îcâzlar, Kur’ân’da pek çoktur. Hem pek güzeldir.

Ama Sûre-i Kāf’ın âyeti ise, ondaki îcâz pek acîb ve mu‘cizânedir. Çünkü kâfirin pek müdhiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbâline ve o istikbâlin dehşetli inkılâbâtında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor. Şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır birsahîfe gibi nazara gösterir. Zikredilmeyen hâdisâtı hayâle havâle edip, ulvî bir selâset ile beyân eder. وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

İşte ey şeytan, şimdi bir sözün daha varsa söyle. Şeytan der: “Bunlara karşı gelemem. Müdâfaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar. Ve insan sûretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar. Ve feylesoflardan çok firavunlar var, enâniyetlerini okşayan mes’eleleri benden ders alıyorlar. Senin bu gibi sözlerin neşrine sed çekerler. Bunun için sana karşı teslîm-i silâh etmem.”

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

Sayfa 147

İkinci Mebhas: Şu Mebhas, bana dâimî hizmet edenlerin ahlâkımda gördükleri acîb ihtilâftan gelen hayretlerine karşı, hem iki talebemin benim hakkımda haddimden fazla hüsn-ü zanlarını ta‘dîl etmek için yazılmıştır.

Ben görüyorum ki, Kur’ân-ı Hakîm’in hakāikine âit bazı kemâlât, o hakāike dellâllık eden vâsıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü me’hazin kudsiyeti, çok burhânlar kuvvetinde te’sîrât gösteriyor. Onun ile ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me’hazdeki kudsiyetin te’sîri kaybolur. Bu sır içindir ki, bana karşı haddimden çok fazla teveccüh gösteren kardeşlerime bir hakîkati beyân edeceğim. Şöyle ki:

Bir insanın müteaddid şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ büyük bir me’murun, me’muriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki, vakar iktizâ ediyor. Makamın izzetini muhâfaza edecek etvâr istiyor. Meselâ, her ziyaretçi için tevâzu‘ göstermek tezellüldür. Makamı tenzîldir. Fakat kendi hânesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevâzu‘ etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür olur. Ve hâkezâ

Demek bir insanın vazîfesi i‘tibâriyle bir şahsiyeti bulunur ki, hakîkî şahsiyeti ile çok noktalarda muhâlif düşer. Eğer o vazîfe sâhibi o vazîfeye hakîkî lâyıksa ve tam müstaid ise, o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid değilse, meselâ bir nefer bir müşîr makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer. O neferin şahsî, âdî, küçük hasletleri, makamın iktizâ ettiği âlî, yüksek ahlâk ile kābil-i te’lîf olamıyor.

İşte şu bîçâre kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.

Birincisi: Kur’ân-ı Hakîm’in hazîne-i âliyesinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’ân’a âit bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktizâ ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil, ben sâhib değilim. Belki o makamın ve o vazîfenin iktizâ ettiği seciyelerdir. Bende bu nev‘den ne görseniz, benim değil. Onun ile bana bakmayınız. O makamındır.

İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde dergâh-ı İlâhîye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakk’ın ihsânıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, ma‘nâ-yı ubûdiyetin esası olan kusurunu bilmek,

Sayfa 148

fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhîye ilticâ etmek noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle kendimi herkesten ziyâde bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh-ü senâ etse beni inandıramaz ki, ben iyiyim ve sâhib-i kemâlim.

Üçüncüsü: Hakîkî şahsiyetim, yani eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki, o da eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazen riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem asil bir hânedândan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisad ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor. Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için bu şahsiyetimin gizli çok fenâlıklarını ve sû’-i hâllerini söylemeyeceğim. İşte kardeşlerim, ben müstaid ve makam sâhibi olmadığım için, şu şahsiyetim dellâllık ve ubûdiyet vazîfelerindeki ahlâktan ve âsârdan çok uzaktır. Hem دَادِ حَقْ رَاقَابِلِيَّتْ شَرْطْ ن۪يسْتْ kaidesince, Cenâb-ı Hakk merhametkârâne kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki, en ednâ bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en a‘lâ bir makam-ı müşîriyet hükmünde olan hizmet-i esrâr-ı Kur’âniyede istihdâm ediyor. Yüz binler şükür olsun. Nefis cümleden süflî, vazîfe cümleden a‘lâ. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّ۪ي

Üçüncü Mebhas: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰي وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُوا Yani لِتَعَارَفُوا مُنَاسَبَاتِ الْحَيَاةِ الْاِجْتِمَاعِيَّةِ فَتَعَاوَنُوا عَلَيْهَا لَا لِتَنَاكَرُوا فَتَخَاصَمُوا Yani “Sizi tâife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım. Tâ birbirinizi tanımalısınız. Ve birbirinizdeki hayat-ı ictimâiyeye âit münâsebetlerinizi bilesiniz. Birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa sizi kabîle kabîle yapmadım ki, yekdiğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz, değildir.” Şu mebhas “Yedi Mes’ele” dir.

Birinci Mes’ele: Şu âyet-i kerîmenin ifade ettiği hakîkat-i âliye; hayat-ı ictimâiyeye âit olduğu için, hayat-ı ictimâiyeden çekilmek isteyen Yeni Said lisânıyla değil, belki İslâm’ın hayat-ı ictimâiyesiyle münâsebetdâr olan Eski Said lisânıyla, Kur’ân-ı Azîmüşşân’a bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkîl etmek fikriyle yazmaya mecbûr oldum.

Sayfa 149

İkinci Mes’ele: Şu âyet-i kerîmenin işaret ettiği teârüf ve teâvün düstûrunun beyânı için deriz ki: Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrîk edilir. Tâ ki her neferin muhtelif ve müteaddid münâsebâtı ve o münâsebâta göre vazîfeleri tanınsın, bilinsin. Tâ o ordunun efradları, düstûr-u teâvün altında hakîkî bir vazîfe-i umûmiye görsün. Ve hayat-ı ictimâiyeleri, a‘dânın hücumundan masûn kalsın. Yoksa tefrîk ve inkısâm, bir bölük bir bölüğe karşı rekābet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhâsamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, hey’et-i ictimâiye-i İslâmiye büyük bir ordudur. Kabâil ve tavâife inkısâm edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlikları bir, Rezzâkları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir bir bir, binler kadar bir bir. İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktizâ ediyorlar. Demek kabâil ve tavâife inkısâm, şu âyetin i‘lân ettiği gibi teârüf içindir, teâvün içindir. Tenâkür için değil, tahâsum için değildir.

Üçüncü Mes’ele: Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessâs Avrupa zâlimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir sûrette uyandırıyorlar. Tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsânî var. Gafletkârâne bir lezzet var. Şeâmetli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı ictimâiye ile meşgul olanlara, fikr-i milliyeti bırakınız denilmez.

Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir. Diğerlerine adâvetle devam eder. Müteyakkız davranır. Şu ise muhâsamet ve keşmekeşe sebebdir. Onun içindir ki, hadîs-i şerîfte ferman etmiş: اَلْاِسْلَامِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ ve Kur’ân da ferman etmiş: اِذْ جَعَلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ فَاَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ عَلٰي رَسُولِه۪ وَعَلَي الْمُؤْمِن۪ينَ وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰي وَكَانُٓوا اَحَقَّ بِهَا وَاَهْلَهَا وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمًا

İşte şu hadîs-i şerîf ve şu âyet-i kerîme, kat‘î bir sûrette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor.

Sayfa 150

Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sâhibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın? Evet, menfî milliyetin târihce pek çok zararları görülmüş.

Ezcümle, Emevîler bir parça fikr-i milliyeti siyâsetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler. Hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, harb-i umûmîdeki hâdisât-ı müdhişe dahi, menfî milliyetin nev‘-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.

Hem bizde ibtidâ-yı hürriyette, Bâbil Kal‘ası’nın harâbiyeti zamanında tebelbül-ü akvâm ta‘bîr edilen teşa‘ub-u akvâm ve o teşa‘ub sebebiyle dağılmaları gibi, menfî milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermenî olarak pek çok kulüpler nâmında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif milletçiler cem‘iyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların hâlleri, menfî milliyetin zararını gösterdi.

Şimdi ise, en ziyâde birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabânî bakmak ve birbirini düşman telakkî etmek, öyle bir felâkettir ki, ta‘rîf edilmez. Âdetâ bir sineğin ısırmaması için müdhiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukābele etmek gibi bir dîvânelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip, belki ma‘nen onlara yardım edip, menfî unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenûb tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cebhe almak, çok zararları ve mehâliki ile beraber, o cenûb efradları içimizde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cebhe alınsın. Cenûbdan gelen Kur’ân nûru var. İslâmiyet ziyâsı gelmiş. O içimizde vardır. Ve her yerde bulunur.

İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyet’e, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi‘ adâvettir. Hamiyet nâmına hayat-ı ictimâiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harâb etmek, hamiyet değil, hamâkattir.

Sayfa 151

Dördüncü Mes’ele: Müsbet milliyet, hayat-ı ictimâiyenin ihtiyâc-ı dâhilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesânüde sebebdir. Menfaatli bir kuvvet te’mîn eder. Uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyâde te’yîd edecek bir vâsıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyet’e hâdim olmalı, kal‘a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var. Âlem-i bekāda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâkî kalıyor. Onun için uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikāme etmek, aynı kal‘anın taşlarını kal‘anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev‘inden ahmakāne bir cinâyettir.

İşte ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâdları! Altı yüz sene değil, belki Abbâsîler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hakîm’in bayrakdârı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’ân’ı i‘lân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kal‘a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz. Müdhiş tehâcümâtı def‘ ettiniz. Tâ يَاْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَي الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَي الْكَافِر۪ينَ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşreb münâfıkların desîselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitâba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!

Cây-ı dikkat bir hâl: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sâir unsurlar gibi müslim ve gayr-i müslim olarak iki kısma inkısâm etmemiştir. Nerede Türk tâifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır. Macarlar gibi. Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-i müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyet’le imtizâc etmiş. Ondan kābil-i tefrîk değil. Tefrîk etsen mahvsın. Bütün senin mâzîdeki mefâhirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvet ile silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desîseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.

Sayfa 152

Beşinci Mes’ele: Asya’da uyanan akvâm fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklîd ederek, hatta çok mukaddesâtları o yolda fedâ ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kāmet-i kıymeti, başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyâr hocaya tango bir kadın libâsı giydirilmediği gibi, körü körüne taklîd dahi çok def‘a maskaralık olur. Çünkü:

Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir câmi‘ hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaz‘iyeti ile mescid vaz‘iyeti bir olmaz. Hem ekser enbiyânın Asya’da zuhûru, ağleb-i hukemânın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi ve işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha getirecek, terakkî ettirecek, idare ettirecek din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli!

Sâniyen: Dîn-i İslâm’ı Hristiyan dinine kıyâs edip Avrupa gibi dine lâkayd olmak, pek büyük bir hatadır. Evvelen, Avrupa dinine sâhibdir. Başta Wilson, Loid George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıb olmaları şâhiddir ki, Avrupa dinine sâhibdir. Belki bir cihette mutaassıbdır.

Sâlisen: İslâmiyet’i Hristiyan dinine kıyâs etmek, kıyâs-ı maal-fârıktır. O kıyâs yanlıştır. Çünkü Avrupa dinine mutaassıb olduğu zaman medenî değildi. Taassubu terk etti, medenîleşti. Hem din onların içinde üç yüz sene muhârebe-i dâhiliyeyi intâc etmiş. Müstebid zâlimlerin elinde avâmı, fukarâyı ve ehl-i fikri ezmeye vâsıta olduğundan, onların umumunda muvakkatendine karşı bir küsmek hâsıl olmuştu. İslâmiyet’de ise târihler şâhiddir ki, bir def‘adan başka dâhilî muhârebeye sebebiyet vermemiş. Hem ne vakit ehl-i İslâm dine ciddî sâhib olmuşlar ise, o zamana nisbeten yüksek terakkî etmişler. Buna şâhid, Avrupa’nın en büyük üstâdı Endülüs Devlet-i İslâmiyesidir. Hem ne vakit cemâat-i İslâmiye dine karşı lâkayd vaz‘iyeti almışlar, perişan vaz‘iyete düşerek tedennî etmişler.

Hem İslâmiyet vücûb-u zekât ve hürmet-i ribâ gibi binler şefkatperverâne mesâil ile, fukarâyı ve avâmı himâye ettiği اَفَلَا يَعْقِلُونَ ٭ اَفَلَا يَتَفَكَّرُونَ ٭ اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ gibi kelimâtıyla aklı ve ilmi istişhâd ve îkāz ettiği ve ehl-i ilmi himâye ettiği cihetle, dâimâ İslâmiyet fukarâların ve ehl-i ilmin kal‘ası ve melcei olmuştur. Onun için İslâmiyet’e karşı küsmeye hiçbir sebeb yoktur.

Sayfa 153

İslâmiyet’in Hristiyanlık ve sâir dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki: İslâmiyet’in esası, mahz-ı tevhîddir. Vesâit ve esbâba te’sîr-i hakîkî vermiyor. Îcâd ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hristiyanlık ise, velediyet fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbâba bir kıymet verir. Enâniyeti kırmaz. Âdetâ rubûbiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azîzlerine, büyüklerine verir. اِتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ âyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhâfaza etmekle beraber, sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıb bir dindâr olur. Mahz-ı tevhîd dini olan İslâmiyet içinde dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindârlığı bir derece bırakacak. Onun için bir kısmı lâkayd kalıyorlar. Belki dinsiz oluyorlar.

Altıncı Mes’ele: Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrât edenlere deriz ki: Evvelen: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhâceretlere ve tebeddülâta ma‘rûz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkîl olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervâne gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfûz açılsa, ancak hakîkî unsurlar birbirinden tefrîk edilebilir. Öyle ise, hakîkî unsuriyet fikrine hareketi ve hamiyeti bina etmek, ma‘nâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki, menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi mecbûr olmuş, demiş: “Dil, din bir ise, millet birdir.” Madem öyledir. Hakîkî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münâsebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksân olursa, tekrar milliyet dâiresine dâhildir.

Sâniyen: İslâmiyet’in mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı ictimâiyesine kazandırdığı yüzer fâideden iki fâideyi misâl olarak beyân edeceğiz.

Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcûdiyetini muhâfaza ettiren, şu devletin ordusundaki nûr-u Kur’ândan gelen şu fikirdir: “Ben ölsem şehîdim, öldürsem gāziyim.” Kemâl-i şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbâl etmiş. Dâimâ Avrupa’yı titretmiş.

Sayfa 154

Acaba dünyada basit fikirli, sâfî kalbli olan neferâtın ruhunda, şöyle ulvî fedâkârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikāme edilebilir? Ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona fedâ ettirebilir?

İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları, büyük devletleri, her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâm’ı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât sâhibleri onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş. Elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihette istisgār edilmeyecek ma‘nevî ve dâimî bir kuvvetü’z-zahr yerine, hangi kuvvet ikāme edilebilir, gösterilsin. Evet, o azîm ma‘nevî kuvvetü’z-zahrı, menfî milliyet ile ve istiğnâkârâne hamiyet ile gücendirmemeli!

Yedinci Mes’ele: Menfî milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki: Eğer şu milleti ciddî severseniz, onlara şefkat ederseniz, öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserîsine şefkat sayılsın. Yoksa ekserîsine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin muvakkat, gafletkârâne hayat-ı ictimâiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünkü menfî unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizden ikisine muvakkat fâidesi dokunabilir. Lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine mazhar olurlar. O sekizden altısı ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musibetzededir, ya çocuktur, ya çok zaîftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür müttakîdirler ki, bunlar hayat-ı dünyeviyeden ziyâde, müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nûr, bir teselli, bir şefkat isterler. Ve hamiyetkâr mübârek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmaya hangi hamiyet müsâade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedâkârlık?

Rahmet-i İlâhiyeden ümid kesilmez. Çünkü Cenâb-ı Hakk, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdâm ettiği ve ona bayrakdâr ta‘yîn ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemâatini, muvakkat ârızalarla inşâallâh perişan etmez. Yine o nûru ışıklandırır. Ve vazîfesini idâme ettirir.

Sayfa 155

Dördüncü Mebhas: Tenbîh: Yirmi Altıncı Mektub’un dört mebhası birbiriyle münâsebetdâr olmadığı gibi, bu Dördüncü Mebhas’ın on mesâili dahi birbiriyle münâsebetdâr değildir. Onun için münâsebeti aramamalı. Nasıl gelmiş, öyle yazılmış. Mühim bir talebesine gönderdiği mektubun bir parçasıdır. O talebenin beş-altı suâllerine verilen cevablardır.

Birincisi: Sâniyen: Mektubunda diyorsun. رَبُّ الْعَالَم۪ينَ ta‘bîr ve tefsîrinde, on sekiz bin âlem demişler. O adedin hikmetini soruyorsun. Kardeşim, ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum. Fakat bu kadar derim ki, Kur’ân-ı Hakîm’in cümleleri birer ma‘nâya münhasır değil. Belki nev‘-i beşerin umum tabakātına hitâb olduğu için, her tabakaya karşı birer ma‘nâyı tazammun eden bir küllî hükmündedir. Beyân olunan ma‘nâlar, o küllî kaidenin cüz’iyâtları hükmündedirler. Her bir müfessir, her bir ârif, o küllîden bir cüz’ü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline veyahud meşrebine istinâd edip bir ma‘nâyı tercîh ediyor. İşte bunda dahi bir tâife, o adede muvâfık bir ma‘nâ keşfetmiş.

Meselâ, ehl-i velâyetin ehemmiyetle virdlerinde zikir ve tekrar ettikleri مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِ ٭ بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لَا يَبْغِيَانِ cümlesinde, dâire-i vücûb ile dâire-i imkândaki bahr-i rubûbiyet ve bahr-i ubûdiyetten tut, tâ dünya ve âhiret bahirlerine, tâ âlem-i gayb ve âlem-i şehâdet bahirlerine, tâ şark ve garb, şimâl ve cenûbdaki bahr-i muhîtlerine, tâ Bahr-i Rûm ve Fars bahrine, tâ Akdeniz ve Karadeniz ve Boğazına -ki mercan denilen balık ondan çıkıyor- tâ Akdeniz ve Bahr-i Ahmer’e ve Süveyş Kanalı’na, tâ tatlı ve tuzlu sular denizlerine, tâ toprak tabakası altındaki tatlı ve müteferrik su denizleriyle üstündeki tuzlu ve muttasıl denizlerine, tâ Nil ve Dicle ve Fırat gibi büyük ırmaklar denilen küçük tatlı denizler ile onların karıştığı tuzlu büyük denizlerine kadar ma‘nâsındaki cüz’iyâtları var. Bunlar umumen murad ve maksûd olabilir. Ve onun hakîkî ve mecâzî ma‘nâlarıdır. İşte onun gibi اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ dahi, pek çok hakāiki câmi‘dir. Ehl-i keşif ve hakîkat keşiflerine göre ayrı ayrı beyân ederler.

Ben de böyle fehmederim ki: Semâvâtta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı, her biri birer âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlûkāt, birer âlemdir. Hatta her bir insan dahi küçük bir âlemdir. رَبُّ الْعَالَم۪ينَ ta‘bîri ise, doğrudan doğruya her âlem, Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetiyle idare ve terbiye ve tedbîr edilir, demektir.

Sayfa 156

Ve Sâlisen: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اِذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِقَوْمٍ خَيْرًا اَبْصَرَهُمْ بِعُيُوبِ اَنْفُسِهِمْ Kur’ân-ı Hakîm’de Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm demiş: وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪ٓي اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ

Evet, nefsini beğenen ve nefsine i‘timâd eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. Öyle ise sen bahtiyarsın. Fakat bazen olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâbeder. Fakat silâhlarını ve cihâzâtını a‘sâba devreder.

A‘sâb ve damarlar ise, o vazîfeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiyâ ve evliyâ var ki, nüfûsları mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri gayet selîm ve münevver iken, emrâz-ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zâtlardaki, nefs-i emmâre değil, belki a‘sâba devredilen nefs-i emmârenin vazîfesidir. Maraz ise kalbî değil, belki maraz-ı hayâlîdir. İnşâallâh azîz kardeşim, size hücum eden nefsiniz ve emrâz-ı kalbiniz değil, belki mücâhedenin devamı için beşeriyet i‘tibâriyle a‘sâba intikāl eden ve terakkıyât-ı dâimeye sebebiyet veren dediğimiz gibi bir hâlettir.

İkinci Mes’ele: Eski hocanın suâl ettiği üç mes’elenin îzâhâtı, Risâle-i Nûr’un eczâlarında vardır. Şimdilik icmâlî bir işaret edeceğiz. Birinci Suâli: “Muhyiddîn-i Arabî, Fahreddîn-i Râzî’ye mektubunda demiş: ‘Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.' Bu ne demektir? Maksad nedir de soruyor?”

Evvelen: Ona okuduğun Yirmi İkinci Söz’ün Mukaddemesi’nde, tevhîd-i hakîkî ile tevhîd-i zâhirînin farkındaki misâl ve temsîl maksada işaret eder. Otuz İkinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makāsıdları, o maksadı îzâh eder.

Ve Sâniyen: Usûlü’d-dîn imamları ve ulemâ-yı ilm-i kelâmın akāide dâir ve vücûd-u Vâcibü’l-Vücûd ve tevhîd-i İlâhîye dâir beyânâtları, Muhyiddîn-i Arabî’nin nazarında kâfî gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddîn-i Râzî’ye öyle demiş.

Evet, ilm-i kelâm vâsıtasıyla kazanılan ma‘rifet-i İlâhiye, ma‘rifet-i kâmile ve huzûr-u tâm vermiyor. Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın tarzında olduğu vakit, hem ma‘rifet-i tâmmeyi verir, hem huzûr-u etemmi kazandırır ki, inşâallâh Risâle-i Nûr’un bütün eczâları, o Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın cadde-i nûrâniyesinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.

Sayfa 157

Hem Muhyiddîn-i Arabî’nin nazarına Fahreddîn-i Râzî’nin ilm-i kelâm vâsıtasıyla aldığı ma‘rifetullâh ne kadar noksân görülüyor, öyle de tasavvuf mesleğiyle alınan ma‘rifet dahi, Kur’ân-ı Hakîm’den doğrudan doğruya verâset-i nübüvvet sırrıyla alınan ma‘rifete nisbeten o kadar noksândır. Çünkü Muhyiddîn-i Arab mesleği, huzûr-u dâimîyi kazanmak için لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ deyip, kâinâtın vücûdunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sâirleri ise, yine huzûr-u dâimîyi kazanmak için لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُوَ deyip, kâinâtı nisyân-ı mutlak altına almak gibi acîb bir tarza girmişler.

Kur’ân-ı Hakîm’den alınan ma‘rifet ise, huzûr-u dâimîyi vermekle beraber, ne kâinâtı mahkûm-u adem eder, ne de nisyân-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hakk nâmına istihdâm eder. Her şey mir’ât-ı ma‘rifet olur. Sa‘dî-i Şîrâzî’nin dediği gibi: دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَقِ دَفْتَر۪يسْتْ اَزْ مَعْرِفَتِ كِرْدِكَارْ Her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın ma‘rifetine bir pencere açar.

Bazı sözlerde ulemâ-yı ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan minhâc-ı hakîkînin farkları hakkında şöyle bir temsîl söylemişiz ki: Meselâ bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir. Tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz her bir yerde suyu buldukları gibi; aynen öyle de, ulemâ-yı kelâm, esbâbı, nihâyet-i âlemde teselsül ve devrin muhâliyeti ile kesip, sonra Vâcibü’l-Vücûd’un vücûdunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor.

Ama Kur’ân-ı Hakîm’in minhâc-ı hakîkîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti birer Asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. وَف۪ي كُلِّ شَيْءٍ لَهُٓ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰٓي اَنَّهُ وَاحِدٌ düstûrunu her şeye okutturuyor. Hem îmân, yalnız ilim ile değil. Îmânda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a‘sâba, muhtelif bir sûrette inkısâm edip tevzî‘ olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i îmâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkezâ; letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksândır. İşte Muhyiddîn-i Arabî, Fahreddîn-i Râzî’ye bu noktayı ihtâr ediyor.

Sayfa 158

Üçüncü Mes’ele: وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَن۪ٓي اٰدَمَ âyetinin اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا âyetiyle vech-i tevfîki nedir? Elcevab: On Birinci Söz’de ve Yirmi Üçüncü Söz’de ve Yirmi Dördüncü’nün Beşinci Dalı’nın İkinci Meyvesi’nde îzâhı vardır. Sırr-ı icmâlîsi budur ki: Cenâb-ı Hakk, kemâl-i kudretiyle, nasıl bir tek şeyden çok şeyleri yapıyor. Çok vazîfeleri gördürüyor. Bir sahîfede bin kitabı yazıyor. Öyle de insanı, pek çok envâ‘ yerinde bir nev‘-i câmi‘ halketmiş. Yani bütün envâ‘-ı hayvânâtın muhtelif derecâtı kadar, bir tek nevi‘ olan insan ile o vezâifi gördürmek irâde etmiş ki, insanların kuvâlarına ve hissiyâtlarına fıtraten bir had bırakmamış. Fıtrî bir kayıd koymamış. Serbest bırakmış. Sâir hayvanâtın kuvâları ve hissiyâtları mahdûddur. Fıtrî bir kayıd altındadır. Halbuki insanın her kuvâsı, hadsiz bir mesâfede cevelân eder gibi, gayr-i mütenâhî cânibine gider. Çünkü insan, Hâlik-ı Kâinât’ın esmâsının nihâyetsiz tecellîlerine bir ayna olduğu için, kuvâlarına nihâyetsiz bir isti‘dâd verilmiş. Meselâ, insan hırs ile bütün dünya ona verilse, هَلْ مِنْ مَز۪يدٍ diyecek. Hem hodgâmlığı ile, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Ve hâkezâ, ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişâfları olduğu ve nemrûdlar ve firavunlar derecesine kadar gittikleri ve sîga-i mübâlağa ile zalûm olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede dahi hadsiz bir terakkıyâta mazhar olur. Enbiyâ ve sıddîkîn derecesine terakkî eder.

Hem insan hayvanların aksine olarak, hayata lâzım her şeye karşı câhildir. Her şeyi öğrenmeye mecbûrdur. Hadsiz eşyâya muhtaç olduğu için, sîga-i mübâlağa ile cehûldür. Hayvan ise dünyaya geldiği vakit, hem az şeylere muhtaç, hem muhtaç olduğu şeyleri bir-iki ayda, belki bir-iki günde, bazen bir-iki saatte bütün şerâit-i hayatını öğrenir. Güya bir başka âlemde tekemmül etmiş, öyle gelmiş. İnsan ise, bir-iki senede ancak ayağa kalkar. On beş senede ancak menfaat ve zararı fark eder. İşte cehûl mübâlağası, buna da işaret eder.

Dördüncü Mes’ele: جَدِّدُٓوا ا۪يمَانَكُمْ بِلَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ hikmetini soruyorsunuz. Onun hikmeti çok Sözler’de zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki: İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdîd-i îmâna muhtaçtır. Zîrâ insanın her bir ferdinin ma‘nen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âhar sayılır. Çünkü zaman altına girdiği için, o ferd-i vâhid bir model

Sayfa 159

hükmüne geçer. Her gün bir ferd-i âhar şeklini giyer. Hem insanda bu taaddüd ve teceddüd olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyârdır. O gider, başkası yerine gelir. Dâimâ tenevvü‘ ediyor. Her gün başka bir âlem kapısını açıyor. Îmân ise, hem o şahıstaki her ferdin nûr-u hayatıdır. Hem girdiği âlemin ziyâsıdır. لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ise, o nûru açar bir anahtardır.

Hem insanda madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar. Çok vakit îmânını rencide etmek için gafletinden istifâde ederek, çok hileleri ederler. Şübhe ve vesveselerle îmân nûrunu kaparlar. Hem zâhir-i şerîata muhâlif düşen ve hatta bazı imamlar nazarında küfür derecesinde te’sîr eden kelimât ve harekât eksik olmuyor. Onun için her vakit, her saat, her gün tecdîd-i îmâna bir ihtiyaç vardır.

Suâl: “Mütekellimîn ulemâsı, âlemi, imkân ve hudûsun ünvân-ı icmâlîsi içinde sarıp, zihnen üstüne çıkar, sonra vahdâniyeti isbat ederler. Ehl-i tasavvufun bir kısmı, tevhîd içinde tam huzuru kazanmak için لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُوَ deyip kâinâtı unutur. Nisyân perdesini üstüne çeker. Sonra tam huzuru bulur. Ve diğer bir kısmı, hakîkî tevhîdi ve tam huzuru bulmak için لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ diyerek kâinâtı hayâle sarar, ademe atar, sonra huzûr-u tâm bulur. Halbuki sen, bu üç meşrebden hâriç bir cadde-i kübrâyı Kur’ân’da gösteriyorsun. Ve onun şiârı olarak لَا مَعْبُودَ اِلَّا هُوَ ٭ لَا مَقْصُودَ اِلَّا هُوَ diyorsun. Bu caddenin tevhîde dâir bir burhânını ve bir muhtasar yolunu icmâlen göster.”

Elcevab: Bütün Sözler ve bütün Mektublar o caddeyi gösterir. Şimdilik istediğiniz gibi, azîm bir huccetine ve geniş ve uzun bir burhânına muhtasaran işaret ederiz. Şöyle ki: Âlemde her bir şey, bütün eşyâyı kendi Hâlik’ına verir. Ve dünyada her bir eser bütün âsârı kendi müessirinin eserleri olduğunu gösterir. Ve kâinâtta her bir fiil-i îcâdî, bütün ef‘âl-i îcâdiyeyi kendi fâilinin fiilleri olduğunu isbat eder. Ve mevcûdâta tecellî eden her bir isim, bütün esmâyı kendi müsemmâsının isimleri ve ünvanları olduğuna işaret eder. Demek her bir şey, doğrudan doğruya bir burhân-ı vahdâniyettir ve ma‘rifet-i İlâhiyenin bir penceresidir.

Evet, her bir eser, hususan zîhayat olsa, kâinâtın küçük bir misâl-i musağğarıdır ve âlemin bir çekirdeğidir ve küre-i arzın bir meyvesidir. Öyle ise, o misâl-i musağğarı, o çekirdeği, o meyveyi îcâd eden, her halde bütün kâinâtı îcâd eden

Sayfa 160

yine odur. Çünkü meyvenin mûcidi, ağacının mûcidinden başkası olamaz. Öyle ise her bir eser, bütün âsârı müessirine verdiği gibi, her bir fiil dahi bütün ef‘âli fâiline isnâd eder. Çünkü görüyoruz ki, her bir fiil-i îcâdî ekser mevcûdâtı ihâta edecek derecede geniş ve zerreden şümûsa kadar uzun birer kānûn-u hallâkiyetin ucu olarak görünüyor. Demek o cüz’î fiil-i îcâdî sâhibi kim ise, o mevcûdâtı ihâta eden ve zerreden şümûsa kadar uzanan kānûn-u küllî ile bağlanan bütün ef‘âlin fâili olmak gerektir.

Evet, bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı ve küçük hayvanâtı îcâd eden ve arzı ihyâ eden zât olacaktır. Hem mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcûdâtı tahrîk edip, tâ şems-i seyyârâtıyla gezdiren, aynı zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir. Ef‘âlonun ile bağlıdır.

Demek, nasıl her bir eser, bütün âsârı müessirine verir. Ve her bir fiil-i îcâdî, bütün ef‘âli fâiline mal eder. Aynen öyle de, kâinâttaki tecellî eden her bir isim, bütün isimleri kendi müsemmâsına isnâd eder. Ve onun ünvanları olduğunu isbat eder. Çünkü kâinâtta tecellî eden isimler, devâir-i mütedâhile gibi ve ziyâdaki elvân-ı seb‘a gibi birbiri içine giriyor. Birbirine yardım ediyor. Birbirinin eserini tekmîl ediyor, tezyîn ediyor.

Meselâ, Muhyî ismi bir şeye tecellî ettiği vakit ve hayat verdiği dakikada, Hakîm ismi dahi tecellî ediyor. O zîhayatın yuvası olan cesedini hikmetle tanzîm ediyor. Aynı halde Kerîm ismi dahi tecellî ediyor, yuvasını tezyîn eder. Aynı anda Rahîm isminin dahi tecellîsi görünüyor, o cesedin şefkatle havâicini ihzâr eder. Aynı zamanda Rezzâk ismi tecellîsi görünüyor, o zîhayatın bekāsına lâzım maddî ve ma‘nevî rızkını ummadığı tarzda veriyor. Ve hâkezâ. Demek Muhyî kimin ismi ise, kâinâtta nûrlu ve muhît olan Hakîm ismi de onundur. Ve bütün mahlûkātı şefkatle terbiye eden Rahîm ismi de onundur. Ve bütün zîhayatları keremi ile iâşe eden Rezzâk ismi dahi onun ismidir, ünvanıdır ve hâkezâ.

Demek her bir isim, her bir fiil, her bir eser, öyle bir burhân-ı vahdâniyettir ki, kâinâtın sahîfelerinde ve asırların satırlarında yazılan ve mevcûdât denilen bütün kelimâtı, kâtibinin nakş-ı kalemi olduğuna delâlet eden birer mühr-ü vahdâniyet, birer hâtem-i ehadiyettir.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي مَنْ قَالَ (اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْل۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ) وَعَلٰٓي اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ وَسَلِّمْ

Sayfa 161

Beşinci Mes’ele: Sâniyen mektubunuzda “Mücerred لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kâfî midir? Yani مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ demezse, ehl-i necât olabilir mi?” diye diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki: Kelime-i şehâdetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder. Birbirini tazammun eder. Birbirisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyâ’dır. Bütün enbiyânın vârisidir. Elbette bütün vusûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hâriç, hakîkat ve necât yolu olamaz.

Umum ehl-i ma‘rifetin ve tahkîkin imamları, Sa‘dî-i Şîrâzî gibi derler: مُحَالَسْتْ سَعْد۪ي بَرَاهِ نَجَاتْ صَفَا ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پَیِ مُصْطَفٰي ع ص م hem كُلُّ الطُّرُقِ مَسْدُودَةٌ اِلَّا الْمِنْهَاجَ الْمُحَمَّدِيَّ demişler. Fakat bazen oluyor ki, cadde-i Ahmediyede (asm) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediyedir (asm) ve cadde-i Ahmediye (asm) dâhilindedir. Hem bazen oluyor ki Peygamber’i bilmiyorlar. Fakat gittikleri yol, cadde-i Ahmediyenin (asm) eczâsındandır. Hem bazen oluyor ki, bir keyfiyet-i meczûbâne veya bir hâlet-i istiğrâkkârâne veya bir vaz‘iyet-i münzeviyâne ve bedeviyâne sûretinde, cadde-i Muhammediyeyi (asm) düşünmeyerek, yalnız لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ onlara kâfî geliyor. Fakat bununla beraber en mühim bir cihet budur ki, adem-i kabûl başkadır, kabûl-ü adem başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar Peygamber’i bilmiyorlar. Veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada câhil kalıyorlar. Ma‘rifet-i İlâhiyeye karşı yalnız لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ biliyorlar. Bunlar ehl-i necât olabilirler.

Fakat Peygamber’i işiten ve da‘vâsını bilen adamlar onu tasdîk etmezse, Cenâb-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelâmı, sebeb-i necât olan tevhîdi ifade edemez. Çünkü o hâl, bir derece medâr-ı özür olan câhilâne adem-i kabûl değil, belki o kabûl-ü ademdir ve o inkârdır. Mu‘cizâtıyla, âsârıyla kâinâtın medâr-ı fahri ve nev‘-i beşerin medâr-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nûra mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter.

Altıncı Mes’ele: Sâlisen: Şeytanla münâzara nâmındaki Birinci Mebhas’taki, şeytanın mesleğine âit bazı ta‘bîrât çok galîz düşmüş. “Hâşâ, hâşâ!” kelimesiyle ve farz-ı muhâl sûretindeki kayıdlarla ta‘dîl edildiği halde, yine beni titretiyor. Sonra size gönderilen parçada bazı ufak ta‘dîlât vardı. Nüshanızı onunla tashîh edebildiniz mi? Fikrinizi tevkîl ediyorum. O ta‘bîrâttan lüzûmsuz gördüklerinizi tayyedebilirsiniz.

Sayfa 162

Azîz kardeşim, o mebhas çok mühimdir. Çünkü ehl-i zındıkanın üstâdı şeytandır. Şeytan ilzâm edilmezse, onun mukallidleri kanmazlar. Kur’ân-ı Hakîm, kâfirlerin galîz ta‘bîrlerini reddetmek için zikrettiğinden bana bir cesâret verildi ki, şeytânî olan mesleğin bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, farz-ı muhâl sûretinde hizbüşşeytânın efradı mesleklerinin iktizâsıyla kabul etmeye mecbûr oldukları ve ister istemez ma‘nen meslek diliyle diyecekleri ahmakāne ta‘bîrâtlarını titreyerek isti‘mâl ettim. Fakat o isti‘mâl ile, onları kuyu dibine sıkıştırıp, meydanı baştan başa Kur’ân hesabına zabt ettik. Onların foyalarını meydana çıkardık.

Şu muzafferiyeti şu temsîl içinde bak. Meselâ, semâvâta başı temas etmiş pek yüksek bir minâre ve o minârenin altında küre-i arzın merkezine kadar bir kuyu kazılmış farz ediyoruz. İşte ezanı, umum memlekette umum ahâliye işitilen bir zât, minâre başından tâ kuyu dibine kadar hangi mevki‘de bulunduğunu isbat etmek için, iki fırka münâkaşa ediyorlar. Birinci fırka der ki: “Minâre başındadır. Kâinâta ezan okuyor. Çünkü ezanını işitiyoruz. Hayatdârdır, ulvîdir. Çendân herkes onu o yüksek yerde görmüyor. Fakat herkes derecesine göre, onu çıktığı ve indiği vakit, bir makamda, bir basamakta görür. Ve onunla bilir ki, o yukarı çıkar. Ve nerede görünürse görünsün, o yüksek makam sâhibidir.” Diğer şeytânî ve ahmak gürûh ise der: “Yok, makamı minâre başı değil. Nerede görünürse görünsün, makamı kuyu dibidir.” Halbuki hiç kimse ne onu kuyu dibinde görmüş ve ne de görebilir. Farazâ eğer taş gibi sakîl, ihtiyârsız olsaydı, elbette kuyu dibinde bulunacaktı, birisi görecekti.

Şimdi, bu iki muârız fırkanın muhârebe meydanı, o minâre başından tâ kuyu dibine kadar uzun bir mesâfedir. Hizbullâh denilen ehl-i nûr cemâati, yüksek nazarlı olanlara, o müezzin zâtı minâre başında gösteriyorlar. Ve nazarları o dereceye çıkmayanlara ve kāsırü’n-nazar olanlara, derecelerine göre birer basamakta o müezzin-i a‘zamı gösteriyorlar. Küçük bir emâre onlara kâfî gelir ve isbat eder ki, o zât, taş gibi câmid bir cisim değil, belki istediği vakit yukarı çıkar, görünür ezan okur bir insan-ı kâmildir. Diğer hizbüşşeytân denilen gürûh ise derler: “Ya minâre başında herkese gösteriniz veyahud makamı kuyu dibidir” diye ahmakāne hükmederler. Ahmaklıklarından

Sayfa 163

bilmiyorlar ki, minâre başında herkese gösterilmemesi, herkesin nazarı oraya çıkmamasından ileri geliyor. Hem muğālata sûretinde, minâre başı hâriç olarak bütün mesâfeyi zabt etmek istiyorlar.

İşte o iki cemâatin münâkaşasını halletmek için biri çıkar, o hizbüşşeytâna der ki: “Ey menhûs gürûh! Eğer o müezzin-i a‘zamın makamı kuyu dibi olsa, taş gibi câmid, hayatsız, kuvvetsiz olmak lâzım gelir. Ve kuyu basamaklarında ve minârenin derecelerinde görünen, o olmamak lâzım gelir. Madem öyle görüyorsunuz, elbette o, kuvvetsiz, hakîkatsiz, câmid olmayacak. Minâre başı onun makamı olacak. Öyle ise, ya siz onu kuyu dibinde göstereceksiniz ki, hiçbir cihette bunu gösteremezsiniz. Ve hiçbir kimseye orada bulunmasını dinletemezsiniz. Veyahud susunuz! Meydân-ı müdâfaanız kuyu dibidir. Sâir meydan ve uzun mesâfe ise, şu mübârek cemâatin meydanıdır. Kuyu dibinden başka o zâtı nerede gösterseler, da‘vâyı kazanırlar.”

İşte şu temsîl gibi münâzara-i şeytâniye mebhası, Arş'dan ferşe kadar olan uzun mesâfeyi hizbüşşeytânın elinden alıyor. Ve hizbüşşeytânı mecbûr ediyor, sıkıştırıyor. En gayr-i ma‘kūl, en muhâl, en menfûr mevkii onlara bırakıyor. En dar ve kimse giremeyecek bir deliğe onları sokuyor. Bütün mesâfeyi Kur’ân nâmına zabt ediyor.

Eğer onlara denilse: “Kur’ân nasıldır?” Derler: “Güzel ve ahlâk dersini veren bir insan kitabıdır.” O vakit onlara denilir: “Öyle ise Allah’ın kelâmıdır. Ve böyle kabul etmeye mecbûrsunuz. Çünkü siz mesleğinizce güzel diyemiyeceksiniz.”

Hem eğer onlara denilse: “Peygamber’i nasıl bilirsiniz?” Derler: “Güzel ahlâklı, çok akıllı bir adam.” O vakit onlara denilecek: “Öyle ise îmâna geliniz. Çünkü güzel ahlâklı, akıllı olsa, alâküllihâl Resûlullâh’dır. Çünkü sizin bu güzel sözünüz, hududunuz dâhilinde değil. Mesleğinizce böyle diyemezsiniz.” Ve hâkezâ, temsîldeki sâir işaretlere hakîkatin sâir cihetleri tatbîk edilebilir.

İşte bu sırra binâen, o şeytan ile münâzara edilen Birinci Mebhas, ehl-i îmânın îmânını muhâfaza etmek için mu‘cizât-ı Ahmediyeyi (asm) bilmeye ve kat‘î burhânlarını öğrenmeye muhtaç etmiyor. Ednâ bir emâre, küçük bir delil, onların îmânlarını kurtarıyor. Kuyu dibindeki esfel-i sâfilînde olmadığına, her bir hâl-i Ahmediye, (asm) her bir haslet-i Muhammediye, (asm) her bir tavr-ı Nebevî (asm) birer mu‘cize hükmüne geçer. A‘lâ-yı illiyyînde bir makamı bulunduğunu isbat eder.

Sayfa 164

Yedinci Mes’ele: Medâr-ı ibret bir mes’ele: Vehme ma‘rûz, fütûra düşen bazı dostlarıma kuvve-i ma‘neviyeyi te’yîd edecek yedi emârenin delâletiyle, sırf hizmet-i Kur’âna âit bir ikrâm-ı Rabbânîyi ve bir himâyet-i İlâhiyeyi beyân etmeye mecbûrum ki, o zaîf damarlı bir kısım dostlarımı kurtarayım.

O yedi emârenin dördü, dost iken, sırf birer maksad-ı dünyevî için, şahsıma değil, Kur’ân’a hâdimliğim cihetinde düşman vaz‘iyeti almalarıyla, o maksadlarının aksiyle tokat yediler. O yedi emârenin üçü ise, ciddî dost idiler. Ve dâimâ da dostturlar. Fakat dostluğun iktizâ ettiği merdâne vaz‘iyeti muvakkatengöstermediler. Tâ ki ehl-i dünyânın teveccühünü kazanıp, birer maksad-ı dünyevî kazansınlar ve başlarından emîn olsunlar. Halbuki o üç dostum, maatteessüf o maksadlarının aksiyle birer itâb gördüler.

Evvelki dört zâhirî dost, sonra düşman vaz‘iyeti gösterenlerin Birincisi: Bir müdür, kaç vâsıta ile yalvardı. Onuncu Söz’den bir nüsha istedi. Ona verdim. O ise terfî‘ için dostluğumu bırakıp, düşmanlık vaz‘iyeti aldı. Vâliye şekvâ ve ihbâr sûretinde verdi. Hizmet-i Kur’âniyenin bir eser-i ikrâmı olarak terfî‘ değil, azledildi.

İkincisi: Diğer bir müdür, dost iken, âmirlerinin hatırı için ve ehl-i dünyânın teveccühünü kazanmak fikriyle, şahsıma değil, hizmetkârlığım cihetinde rakîbâne ve düşmanâne vaz‘iyet aldı. Kendi maksadının aksiyle tokat yedi. Ümid edilmediği bir mes’elede iki buçuk seneye mahkûm edildi. Sonra Kur’ân’ın bir hizmetkârından duâ istedi. İnşâallâh belki kurtulacak. Çünkü ona duâ edildi.

Üçüncüsü: Bir muallim, dost görünürken ben de ona dost baktım. Sonra Barla’ya nakledip yerleşmek için düşmanâne bir vaz‘iyeti ihtiyâr etti. O maksadının aksiyle tokat yedi. Muallimlikten askerliğe atıldı. Barla’dan uzaklaştırıldı.

Dördüncüsü: Bir muallim, hâfız, hem mütedeyyin gördüğüm için, Kur’ân’ın hizmetinde bana bir dostluk edecek niyetiyle ona samîmâne bir dostluk gösterdim. Sonra o, ehl-i dünyânın teveccühünü kazanmak için bir me’murun bir tek kelâmıyla bize karşı çok soğuk ve korkak vaz‘iyeti aldı. Sonra o maksadının aksiyle tokat yedi. Müfettişinden şiddetli bir tekdîr yedi ve azledildi.

Sayfa 165

İşte bu dört adam düşman vaz‘iyeti almakla böyle tokat yedikleri gibi, üç dostum da ciddî dostluğun iktizâ ettiği merdâne vaz‘iyeti göstermedikleri için tokat değil, bir nevi‘ ihtâr nev‘inde aks-i maksadlarıyla îkāz edildiler.

Birincisi: Gayet mühim ve ciddî ve hakîkî bir talebem olan bir zât-ı muhterem, mütemâdiyen Sözler’i yazar, neşrederdi. Müşevveş büyük bir me’murun gelmesiyle ve bir hâdisenin vukūuyla, yazdığı Sözler’i sakladı. Muvakkaten istinsâhı da terk etti. Tâ ki ehl-i dünyâdan bir zahmet görmesin. Ve bir sıkıntı çekmesin. Ve onların şerlerinden emîn olsun. Halbuki o hizmet-i Kur’âniyenin muvakkaten ta‘tîlinden gelen bir eser-i hatâ olarak, bir sene mütemâdiyen bin liraya mahkûmiyet gibi bir belâ gözü önüne konuldu. Ne vakit istinsâha niyet etti ve eski vaz‘iyetine döndü, o da‘vâsından tebrie etti. Lillâhilhamd berâet kazandı. Fakir hâliyle beraber bin liradan kurtuldu.

İkincisi: Beş seneden beri merd ve ciddî ve cesur bir dostum, ehl-i dünyânın ve yeni gelen bir âmirin hüsn-ü zannını ve teveccühünü kazanmak için, komşum iken, düşünmeyerek ihtiyârsız birkaç ay benim ile görüşmedi. Hatta bayramda ve Ramazan’da uğramadı. Halbuki maksadının aksiyle karye mes’elesi neticelendi, nüfûzu kırıldı.

Üçüncüsü: Haftada bir-iki def‘a benimle görüşen bir hâfız, imam olmuş. Sarık sarmak için iki ay beni terk etti. Hatta bayramda yanıma gelmedi. Hilâf-ı me’mûl olarak maksadının aksiyle yedi-sekiz ay imamlık ettiği halde, hilâf-ı âdet bir sûrette ona sarık bağlattırılmadı.

İşte bu gibi vukūâtlar çok var. Fakat bazılarının hatırlarını kırmamak için zikretmiyorum. Bunlar ne kadar zaîf birer emâre ise de, fakat ictimâında bir kuvvet hissedilir. Onunla kanâat gelir ki, şahsıma karşı değil, Çünkü nefsimi hiçbir ikrâma lâyık görmüyorum, belki hizmet-i Kur’ân noktasında sırf o cihette bir ikrâm-ı İlâhî ve bir himâyet-i Rabbâniye altında hizmet ettiğimiz anlaşılıyor.

Dostlarım bunu düşünmeli, evhâma kapılmamalı. Madem hizmetkârlığıma bir ikrâm-ı İlâhîdir. Ve madem fahra değil, belki şükre sebebdir. Ve madem وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ fermanı var. Bu sırlara binâen, hususî bir sûrette muhterem dostlarıma beyân ediyorum.

Sayfa 166

Sekizinci Mes’ele: Yirmi Yedinci Söz’ün ictihâda mâni‘ esbâbın Beşinci Sebebi’nin Üçüncü Noktası’nın Üçüncü Misâli’nin hâşiyesidir.

Mühim bir suâl: Bazı ehl-i tahkîk derler ki: “Elfâz-ı Kur’âniye ve zikriye ve sâir tesbîhlerin her biri, müteaddid cihetlerle insanın letâif-i ma‘neviyesini tenvîr eder. Ma‘nevî gıda verir. Ma‘nâları bilinmezse, yalnız lafız ifade etmiyor, kâfî gelmiyor. Lafız bir libâstır. Değiştirilse, her tâife kendi lisânıyla o ma‘nâlara elfâz giydirse, daha nâfi‘ olmaz mı?”

Elcevab: Elfâz-ı Kur’âniye ve tesbîhât-ı Nebeviyenin lafızları, câmid libâs değil, cesedin hayatdâr cildi gibidir. Belki mürûr-u zamanla cild olmuştur. Libâs değiştirilir, fakat cild değişse vücûda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübârekeler, ma‘nâ-yı örfîlerine alem ve nâm olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez.

Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir hâleti çok def‘a tedkîk ettim. Gördüm ki, o hâlet hakîkattir. O hâletşudur ki: Sûre-i İhlâs’ı arefe gününde yüzer def‘a tekrar edip okuyordum. Gördüm ki, bendeki ma‘nevî duyguların bir kısmı, birkaç def‘ada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman ma‘nâ tarafına müteveccih olur. Hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, ma‘nevî bir zevke medâr bazı mefhûmlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder. Ve hâkezâ, git gide o tekrarda yalnız bir kısım letâif kalır ki, pek geç usanıyor, devam eder. Daha ma‘nâya ve tedkîkāta hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet, kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi, ona zarar vermiyor. Lafız, lafz-ı müşebbi‘ olduğu bir meâl-i icmâlî ile ve isim ve alem bulundukları ma‘nâ-yı örfî ile onlara kâfî geliyor.

Eğer ma‘nâyı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir. Ve o devam eden latîfeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller. Belki tahattura, teveccühe ve teşvîke ihtiyaç gösterirler. Ve o cild hükmündeki lafızları onlara kâfî geliyor. Ve ma‘nâ vazîfesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lafızlar ile, Kelâmullâh ve tekellüm-ü İlâhî olduğunu tahattur etmekle, dâimî bir feyze medârdır.

İşte kendim tecrübe ettiğim şu hâlet gösteriyor ki, ezan gibi ve namazın tesbîhâtı gibi ve her vakit tekrar edilen Fâtiha ve Sûre-i İhlâs gibi hakāikleri, başka lisân ile ifade etmek çok zararlıdır. Çünkü menba‘-ı dâimî olan elfâz-ı İlâhiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o dâimî letâifin dâimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâakal on sevabı zâyi‘ olması; ve huzûr-u dâimî bütün namazda herkes için devam etmediğinden, gaflet içinde, tercüme vâsıtasıyla insanların ta‘birâtı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur.

Sayfa 167

Evet, nasıl İmâm-ı A‘zam demiş: “لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ tevhîde alem ve isimdir.” Biz de deriz: Kelimât-ı tesbîhiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve namazda olanların ekseriyet-i mutlakası, alem ve isim hükmüne geçmiştir. Alem gibi, ma‘nâ-yı lügavîsinden ziyâde ma‘nâ-yı örfî-i şer‘îsine bakılır. Öyle ise değişmeleri şer‘an mümkün değildir. Her mü’mine bilmesi lâzım olan mücmel ma‘nâları, yani muhtasar bir meâli ise, en âmî bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyet’le geçiren ve kafasını binler mâlâya‘niyât ile dolduran adamlar, bir-iki haftada hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimât-ı mübârekenin meâl-i icmâlîsini öğrenmemesine nasıl ma‘zur olabilirler? Nasıl müslüman olurlar? Nasıl akıllı adam denilirler? Ve öyle heriflerin tenbelliklerinin hatırı için o nûr menba‘larının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir.

Hem ‘Sübhânallâh’ diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenâb-ı Hakk’ı takdîs ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfî gelmez mi? Eğer ma‘nâsına kendi lisânıyla müteveccih olsa, akıl noktasında bir def‘a taallüm eder. Halbuki günde yüz def‘a tekrar eder. O yüz def‘a aklın hisse-i taallümünden başka, lafızdan ve lafza sirâyet eden ve imtizâc eden meâl-i icmâlî çok nûrlara ve feyizlere medârdır. Bâhusus tekellüm-ü İlâhî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nûrlar çok ehemmiyetlidir.

Elhâsıl: Zarûriyât-ı dîniye mahfazaları olan elfâz-ı kudsiye-i İlâhiyenin yerine hiçbir şey ikāme edilemez. Ve yerlerini tutamaz. Ve vazîfelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de, dâimî, ulvî, kudsî ifade edemezler. Ama nazariyât-ı dîniyenin mahfazaları olan elfâzlar ise, değiştirilmeye lüzûm kalmaz. Çünkü nasihat ile ve sâir tedrîs ve ta‘lîm ve vaaz ile o ihtiyaç mündefi‘ olur. Lisân-ı nahvî olan lisân-ı Arabînin câmiiyeti ve elfâz-ı Kur’âniyenin i‘câzı öyle bir tarzdadır ki, kābil-i tercüme değildir. Belki muhâldir diyebilirim. Kimin şübhesi varsa, i‘câza dâir Yirmi Beşinci Söz’e mürâcaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar nâkıs bir meâldir. Böyle meâl nerede, hayatdâr çok cihetlerle teşa‘ub etmiş âyâtın hakîkî ma‘nâları nerede?

Dokuzuncu Mes’ele: Mühim ve mahrem bir mes’ele ve bir sırr-ı velâyet: Âlem-i İslâm’da Ehl-i Sünnet ve Cemâat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakāik-i Kur’âniyeyi ve îmâniyeyi istikamet dâiresinde hüve hüvesine sünnet-i seniyeye ittibâ‘ ederek muhâfaza etmişler. Ehl-i velâyetin ekseriyet-i mutlakası, o dâireden neş’et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velâyet,

Sayfa 168

Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in bazı desâtîrleri hâricinde ve usûllerine muhâlif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velâyete bakanlar, iki şıkka ayrıldılar.

Bir kısmı ise, Ehl-i Sünnet’in usûlüne muhâlif oldukları için, velâyetlerini inkâr ettiler. Hatta onlardan bir kısmının tekfîrine kadar gittiler. Diğer kısım ki, onlara ittibâ‘ edenlerdir. Onların velâyetlerini kabul ettikleri için derler ki: “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in mesleğine münhasır değil.” Ehl-i bid‘adan bir fırka teşkîl ettiler. Hatta dalâlete kadar gittiler. Bilmediler ki her hâdî zât, mühdî olamaz. Şeyhleri, hatasından ma‘zurdur. Çünkü meczubdur. Kendileri ise ma‘zur olamazlar.

Mütevassıtbir kısım ise, o velilerin velâyetlerini inkâr etmediler. Fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilâf-ı usûl olan sözleri, ya hâle mağlûb olup hata ettiler. Veyahud ma‘nâsı bilinmez müteşâbihât misillü şatahâttır.” Maatteessüf birinci kısım, hususan ulemâ-yı ehl-i zâhir meslek-i Ehl-i Sünneti muhâfaza niyetiyle çok mühim evliyâyı inkâr, hatta tadlîl etmeye mecbûr olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdârları ise, o çeşit şeyhlere ziyâde hüsn-ü zannettikleri için, hak mesleğini bırakıp bid‘ate, hatta dalâlete girdikleri olmuş.

İşte şu sırra dâir pek çok zaman zihnimi işgāl eden bir hâlet vardı. Bir zaman, ben bir kısım ehl-i dalâlete mühim bir vakitte kahır ile duâ ettim. Bedduâma karşı müdhiş bir kuvvet-i ma‘neviye çıktı. Hem duâmı geri veriyordu, hem beni men‘ etti. Sonra gördüm ki, o kısım ehl-i dalâlet, hilâf-ı hak icrââtında bir kuvve-i ma‘neviyenin teshîlâtıyla arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor. Muvaffak oluyor. Yalnız cebir ile değil, belki velâyet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizâc ettiği için, ehl-i îmânın bir kısmı o arzuya kapılıp, hoş görüyorlar. Çok fenâ telakkî etmiyorlar.

İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit, dehşet aldım. “Fesübhânallâh” dedim. “Tarîk-i haktan başka velâyet bulunabilir mi? Hususan müdhiş bir cereyân-ı dalâlete ehl-i hakîkat tarafdâr çıkar mı?” dedim. Sonra bir mübârek arefe gününde, müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binâen Sûre-i İhlâs’ı yüzer def‘a tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle “Mühim Bir Suâle Cevab” nâmında yazılan mes’ele ile beraber, şöyle bir hakîkat dahi rahmet-i İlâhiye ile kalb-i âcizâneme gelmiş. Hakîkat şudur ki: Sultan Mehmed Fâtih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve ma‘nîdâr Cibâlî Baba kıssası nev‘inden olarak,

Sayfa 169

bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhâkemeli ve âkil görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi, bazen sahvede ve dâire-i akılda görünür, bazen aklın ve muhâkemenin hâricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibâstır, tefrîk etmiyor. Sekir hâlinde gördüğü bir mes’eleyi hâlet-i sahvede tatbîk eder, hata eder. Ve hata ettiğini bilmez.

Meczubların bir kısmı ise, indallah mahfûzdur, dalâlete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfûz değiller, bid‘at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hatta kâfirler içinde bulunabileceği ihtimâl verilmiş. İşte muvakkat veya dâimî meczub olduklarından, ma‘nen mübârek mecnun hükmünde oluyorlar. Ve mübârek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için, muâheze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczûbâneleri bâkî kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid‘aya tarafdâr çıkarlar. Mesleklerine bir derece revâc verip, bir kısım ehl-i îmânı ve ehl-i hakkı o mesleğe girmeye meş’ûmâne bir sebebiyet verirler.

Onuncu Mes’ele: Ziyaretçilere âit bazı dostlar tarafından ihtâr ile bir düstûr îzâh edilmek istenilmiştir. Onun için yazılmıştır. Ma‘lûm olsun ki, bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir. O kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var. Ya şahsımı mübârek ve makam sâhibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.

İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri alerre’si vel’ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur. Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.

Dostun hâssası ve şartı budur ki: Kat‘iyen Sözler’e ve envâr-ı Kur’âniyeye dâir olan hizmetimize ciddî tarafdâr olsun. Ve haksızlığa ve bid‘alara ve dalâlete kalben tarafdâr olmasın. Kendine de istifâdeye çalışsın.

Kardeşin hâssası ve şartı şudur ki: Hakîkî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir.

Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip, sâhib çıksın. Ve en mühim vazîfe-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.

Sayfa 170

İşte şu üç tabaka, benim üç şahsiyetimle alâkadârdır. Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyetimle münâsebetdâr olur. Kardeş, abdiyetim ve ubûdiyet noktasındaki şahsiyetimle alâkadâr olur. Talebe ise, Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı cihetinde ve hocalık vazîfesindeki şahsiyetimle münâsebetdârdır. Şu görüşmenin de üç meyvesi var.

Birincisi: Dellâllık i‘tibâriyle mücevherât-ı Kur’âniyeyi benden veya Sözler’den ders almak. Velev bir ders de olsa. İkincisi: İbâdet i‘tibâriyle uhrevî kazancıma hissedar olur. Üçüncüsü: Beraber dergâh-ı İlâhîye müteveccih olup, rabt-ı kalbederek, Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinde elele verip tevfîk ve hidâyet istemek.

Eğer talebe ise, her sabah mütemâdiyen ismiyle, bazen hayâliyle dahi yanımda hazır olur, hissedar olur.

Eğer kardeş ise, birkaç def‘a hususî ismiyle ve sûretiyle duâ ve kazancımda hazır olup, hissedar olur.

Sonra umum ihvânlar içinde dâhil olup, rahmet-i İlâhiyeye teslîm ediyorum ki, duâ vaktinde ‘İhvetî’ ve ‘İhvânî’ dediğim vakit, onlar içinde bulunur. Ben bilmezsem rahmet-i İlâhiye onları biliyor ve görüyor.

Eğer dost ise ve ferâizi kılar ve kebâiri terk ederse, umûmiyet-i ihvân i‘tibâriyle duâmda dâhildir. Bu üç tabaka dahi beni ma‘nevî duâ ve kazançlarında dâhil etmek şarttır.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي مَنْ قَالَ (اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُم بَعْضًا) وَعَلٰٓي اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ وَسَلِّمْ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَٓائَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ

YİRMİ YEDİNCİ MEKTUB

Bu mektub, Risâle-i Nûr müellifinin talebelerine yazdığı ayn-ı hakîkat ve çok letâfetli, güzel mektublarıyla, Risâle-i Nûr talebelerinin Üstâdlarına ve bazen birbirlerine yazdıkları ve Risâle-i Nûr’un mütâlaasından aldıkları parlak feyizlerini ifade eden çok zengin bir mektub olup, bu mecmûanın üç-dört misli kadar büyüdüğü için, bu mecmûaya idhâl edilmemiştir.

Sayfa 171

FİHRİSTE-İ MEKTÛBÂT

BİRİNCİ MEKTUB

Dört suâlin cevabıdır. Birinci Suâl: Hazret-i Hızır’ın hayatı hakkında ve o münâsebetle hayatın beş mertebesini gayet güzel ve mukni‘ bir tarzda beyân eder. İkinci Suâl: اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ âyetindeki mevti ni‘met sûretinde ve mahlûk olduğunun sırrını, gayet güzel bir sûrette isbat eder ki, mevt dahi hayat gibi bir ni‘met ve hayat gibi mahlûk olduğunu isbat eder. Üçüncü Suâl: Cehennem nerededir? Cevabında gayet ma‘kūl bir sûrette yerini beyân eder ve gösterir. Ve cehennem-i suğrâve kübrâyı tefrîk edip, fennî bir tarzda ve mantıkî bir sûrette isbat etmekle beraber, âhirette gayet muhteşem ve parlak bir sûrette azamet ve rubûbiyet-i İlâhiyenin bir sırr-ı azîmini ve cehennem-i kübrânın bir hikmet-i hilkatini gösterdiği gibi, cennet ve cehennem şecere-i hilkatin iki meyvesi ve silsile-i kâinâtın iki neticesi ve seyl-i şuûnâtın ve mahsûlât-ı maʻneviye-i arziyenin iki mahzeni, lütuf ve kahrın iki tecellîgâhı olduğunu gösterir. Dördüncü Suâl’in cevabında, mahbûblara aşk-ı mecâzî aşk-ı hakîkîye inkılâb ettiği gibi, koca dünyaya karşı insanların aşk-ı mecâzîsi dahi, sırr-ı îmân ile makbûl bir aşk-ı hakîkîye inkılâb edebildiğini, gayet güzel ve mukni‘ bir sûrette isbat eder.

İKİNCİ MEKTUB

Bu zamanda zarûret olmadan irşâd-ı nâsa ve neşr-i dîne çalışanlar, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemek lâzım geldiğinin sırrını, dört sebeb ile beyân ediyor. اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَي اللّٰهِ âyetiyle اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا âyeti gibi, insanlardan istiğnâ hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsîr eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar mümkün olduğu kadar istiğnâ ve kanâatle hareket etmezse, hem ehl-i dalâletin ithâmına hedef olur. Hem izzet-i ilmiyeyi muhâfaza edemez. Hem salâhat ve neşr-i dîn gibi umûr-u uhreviyeye mukābil hediyeler almak, âhiret meyvelerini dünyada fânî bir sûrette yemek demektir.

  • YİRMİ ALTINCI MEKTUB

    بِاسْمِه۪

    وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

    Şu Yirmi Altıncı Mektub birbiriyle münâsebeti az “Dört Mebhastır.” Birinci Mebhas: On Dokuzuncu Mektub’un On Sekizinci İşareti’nde, yalnız kulağı bulunan avâm tabakasına karşı i‘câz-ı Kur’ân fehminde o kulaklı demiş: “Şeytan bile diyemez.” cümlesine îzâhlı bir hâşiyedir.

    Birinci Mebhas: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ

    حُجَّةُ الْقُرْاٰنِ عَلَي الشّيْطَانِ وَحِزْبِه۪

    İblîs’i ilzâm, şeytanı ifhâm, ehl-i tuğyânı iskât eden Birinci Mebhas. Bî-tarafâne muhâkeme içinde şeytanın müdhiş bir desîsesini kat‘î bir sûrette reddeden bir vâkıadır. O vâkıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeât’da yazmıştım. Şöyle ki:

    Bundan on bir sene evvel, Ramazân-ı Şerîf’de, İstanbul’da, Bâyezîd Câmi‘-i Şerîfi’nde hâfızları dinliyordum. Birden şahsını görmedim, fakat ma‘nevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayâlen dinledim. Baktım ki, bana der: “Sen Kur’ân’ı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bî-tarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?”

    Hakîkaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farzedip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bâyezîd’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce, ortalık karanlığa düşer. Öyle de, o farzile Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni vartaya yuvarlandırıyor.

    Kur’ân’dan istimdâd ettim. Birden bir nûr kalbime geldi. Müdâfaaya kat‘î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece şeytana karşı münâzara başladı. Dedim: “Ey şeytan! Bî-tarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaz‘iyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin dediğiniz bî-tarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizâmdır.

Item 1 of 34