Mektub 623

Sayfa 268

İslâmiyet kahramanlarına da arzediyoruz ki, şimdi elinize geniş salâhiyet bahşeden resmî vazîfenizle nûr risâlelerinin müsâdereden kurtulması husûsundaki hizmetinizi ricâ ediyoruz.

Sevgili Üstâdımız dahi sizleri haberdâr etmemizi bize emrettiler. Biz de size arzediyoruz. Hem hürmet ve selâm ederek muvaffakiyetinize duâ ediyoruz.

Nûr talebeleri nâmına

Mustafâ Sungur

Birinci Cezâ, 951/187

12.11.951

Dosyalarımızın numarası

Başsavcılık 8/466

*

* *

[623]

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُٓ اَبَدًا دَٓائِمًا

Azîz, Sıddîk Kardeşlerim,

Evvelen: Mevlid-i Şerîf’inizi rûh u cânımızla tebrîk ediyoruz ve muvaffakiyetinizi ve nûrların fevkalâde te’sîrli intişârını sizlere müjde ediyoruz ve Nûrcuları tebrîk ediyoruz.

Sâniyen: Bu mübârek gecede pek şiddetli bir ihtâr kalbime geldi ki, İstanbul’daki Üniversiteciler Eski Saîd ile Yeni Saîd’in Târîhçe-i Hayâtı’ndaki hârikaları yazmaları münâsebetiyle iki fikir meydana gelmiş:

Sayfa 269

Birisi: Dostlarda, benim haddimden pek ziyâde, fevkalâde bir nevi‘ velâyet gibi bir hüsn-ü zan hâsıl olmuş. Ve muârızlarda da ve ehl-i felsefede de, pek hârika bir dehâ zannı ve hattâ bâzılarında da kuvvetli bir sihir tevehhümüyle haddimden bin derece ziyâde bir tevehhüm hâsıl olmuş. Ve bu ma‘nâya dâir çok yerlerde “Bunun hakîkati nedir?” diye maddî ve ma‘nevî îzâhı benden istenilmişti. Ben de bu gecedeki şiddetli ihtâr için çok mukaddemâtlı bir hakîkati beyân etmeye mecbûr oldum.

Birinci Mukaddime: Nasılki bir çam ağacının buğday tanesi kadar bir çekirdeği, koca çam ağacına bir mebde’ oluyor. Kudret-i İlâhiye o acîb ağacı o çekirdekten halk ediyor. Milyondan ancak bir hisse o çekirdekte bulunurken, o çekirdek kader kalemiyle yazılan ma‘nevî bir fihriste olmuş. Yoksa bir köy kadar fabrikalar lâzımdır ki, o acîb ağaç, dal ve budaklarıyla teşkîl edilsin. İşte azamet ve kudret-i İlâhiye’nin bir delîli de budur ki, bir zerreden dağ gibi şeyleri halk eder.

İşte aynen bunun gibi, hiçbir mahviyet ve tevâzu‘ niyetiyle olmayarak, bütün kanâatimle ilân ediyorum ki, benim hizmetim ve sergüzeşt-i hayâtım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnâyet-i İlâhiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i îmâniyeye mebde’ olmak için, Kur’ân’dan gelen ve meyvedâr bir şecere-i âliye olan nûr risâlelerini ihsân etmiş.

Sayfa 270

Ben bunu kasemle te’mîn ediyorum ki, bütün hayatımda geçen o hârikalardan dolayı ben kendimde kat‘iyen bir kābiliyet ve bir meziyet ve o fevkalâdeliğe bir liyâkat görmüyordum. Hayret, hayret içinde kalıyordum. Değil fevkalâde bir dehâ veyahud fevkalâde bir velâyet, belki kendi kendimi idâre edecek ve hayât-ı ictimâiye ile münâsebetdâr olacak bir kābiliyet görmüyordum. Gerçi zâhiren hodfurûşluk gibi bazı hâlât hayatımda görünmüştü. O da ihtiyârım hâricinde halkların hüsn-ü zannını tekzîb etmemek için bir nevi‘ hodfurûşluk gibi oluyordu. Fakat halkların hüsn-ü zannı gibi hakîkatte olmadığımın hikmetini bilmediğimden ve dünyaya yaramadığımı, böyle bin derece haddimden fazla bir teveccühe mazhar olduğumu bütün bütün hilâf-ı hakîkat telâkkî ediyordum. Fakat Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki, yetmiş seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsân-ı İlâhî ile bir derece bildik ve kısaca bir kısmına işâret edeceğim. Ve çok numûnelerinden bir kısım numûnelerini beyân ediyorum:

Birinci Numûne: Medrese usûlünce, hiç olmazsa on beş sene tahsîl-i ilim lâzım geliyor ki, hakāik-i dîniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. O zamanda Saîd’de, değil hârika bir zekâ veya bir ma‘nevî kuvvet, belki bütün isti’dâd ve kābiliyetinin hâricinde bir acîb tarz ile bir iki sene sarf u nahiv mebâdîsini gördükten sonra, üç ayda acîb bir tarzda kırk elli kitabı güyâ okumuş ve icâzet almış gibi bir hâlet göründü.

Sayfa 271

Bu hâl altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki, o vaziyet, ulûm-u îmâniyeyi üç dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsîr-i Kur’ânî çıkacak ve o bîçâre Saîd de onun hizmetinde bulunacak işâretiyle; hem bir zaman gelecek ki, değil on beş sene, belki bir sene de ulûm-u îmâniyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamana bir nevi‘ işâret-i gaybiye gibi ma‘nâlar hâtıra geliyor.

İkinci Numûne: O eski zamanda, Saîd’in o çocukluk zamanında büyük âlimlerle münâzarasını ve o âlimlerin suâllerine cevab vermesini, hattâ kendisi hiç suâl etmeden âlimlerin en müşkil suâllerine doğru cevab vermesini, ben kat‘iyen i‘tirâf ediyorum ve i‘tikād ediyorum ki, o hâl, ne benim hârika zekâvetimden ve ne de bir acîb isti’dâdımdan neş’et etmiş değildir. Ben de bîçâre, mübtedî, sersem, gürültücü bir çocuk iken, hiç böyle, değil büyük âlimlere cevab vermek, belki küçük hocalara, hattâ küçük talebelere de mağlub olur bir hâlde iken doğru cevab vermekliğim, kat‘iyen isti’dadımdan ve zekâvetimden gelmemiş olduğuna kanâat-ı kat‘iyem var. Yetmiş senedir de hayret ediyordum. Şimdi ihsân-ı İlâhî ile bir hikmetini anladım ki, çekirdek gibi, medrese ilimlerine bir ağaç ihsân edilecek ve o ağacın hizmetinde bulunana karşı pek çok râkibleri ve muârızları bulunacak.

Sayfa 272

İşte bu zamanda İslâmlar içinde muhtelif meşrebler ve meslekler sâhibleri, birbirisini tenkîd etmek ve eserine mukābil eserler neşretmek; Mu‘tezile ve Ehl-i Sünnet gibi birbirini kırmak âdetiyle bu zamanda o nûr ağacının hizmetkârının başına vuracak ve rekābet veya meşreb muhâlefetiyle en te’sîrlisi ve en müdhişi medrese hocaları olmak lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki, eskiden beri devam etmekte olan o âdete muhâlif olarak, Risâle-i Nûr en ziyâde ulemânın damarlarına dokundurduğu hâlde, hocaların nûrlara karşı tenkîdkârâne eserler yazamadıklarının sebebi, o zamanda o çocuk Saîd’in ulemânın suâllerine karşı doğru cevab vermesi ulemânın cesâretini kırmış ki, hiçbir yerde kıskanç hocalardan, hem meşrebce Saîd’e çok muhâlif oldukları hâlde nûr risâlelerine karşı mukābil çıkmamaları; bu hâlin bir hikmeti olduğuna kanâatim gelmiş. Yoksa böyle acîb bir zamanda ehl-i medresenin i‘tirâzı başlasa idi, dînsizlik tarafdârları olan gizli düşmanlarımız hem nûrları, hem ulemâyı çürütmek için ehemmiyetli bir vesîle yapacaklardı. Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükrolsun ki, en ziyâde nûrların dokunduğu resmî ulemâ, aleyhinde bulunamadılar.

Üçüncü Numûne: Eski Saîd’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakîr oldukları hâlde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtâç olduğu hâlde, hediyeleri mukābilsiz kabul etmediğinin ve

Sayfa 273

Kürdistân âdeti talebelerin ta‘yînâtı ahâlînin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı hâlde, Saîd hiçbir vakit ta‘yîn almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat‘î kanâatimle şudur ki: Âhir ömrümde Risâle-i Nûr gibi sırf îmânî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menâfi‘-i şahsiyeye vesîle yapmamak için, o makbûl âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr u zarûreti kabul edip, elini insanlara açmamak hâleti verilmiştir ki, Risâle-i Nûr’un hakîkî bir kuvveti olan hakîkî ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işâret-i ma‘neviye hissediyordum ki, gelecek zamanda maîşet derdiyle ehl-i ilmin mağlûbiyeti, bu ihtiyâçtan gelecektir.

Dördüncü Numûne: Yeni Saîd, ihtiyârlığında bütün bütün siyâsetten ve dünyadan kendini çekmeye çalıştığı hâlde, ehl-i dünyanın bütün bütün kanuna ve insâfa ve vicdâna, hattâ insanlığa muhâlif bir tarzda eşedd-i zulüm ile yirmi sekiz sene işkencelerle ezdiklerine ve bir sineğin ısırmasına tahammül etmeyen o bîçâre Saîd’in baltalarla başına vurduklarına ve ihânetin en şenî’lerini yaptıklarına karşı, emsâlsiz bir sabır ve tahammül ona ihsân olunması ve gāyet asabî ve sinirli olduğu gibi, fıtraten korkak olmadığı hâlde, “Ecel birdir, tagayyür etmez” hakîkatine îmânından gelen büyük bir cesâretle berâber, en korkak, en miskin bir vaziyette sükût edip

Sayfa 274

sabretmesi, hattâ bir miktâr sonra o işkenceler sonunda rûhuna bir ferah verilmesinin bir hikmeti, kanâat-ı kat‘iyemle budur ki: Kur’ân-ı Hakîm’in hakāik-i îmâniyesini tefsîr eden Risâle-i Nûr’u hiçbir şeye ve şahsî menfaatlerine ve ma‘nevî kemâlâtlarına âlet yapmamak ve hakîkî ihlâsı kırmamak için, ehl-i siyâset Saîd hakkında “dîni siyâsete âlet yapmak” vehmini verip, tâ Saîd işkencelerle, hapislerle dîni siyâsete âlet etmesin diye ehl-i siyâsetin zâlimâne hükümleri altında kader-i İlâhî nûrdaki hakîkî ihlâsı kırmamak için, Saîd’e şefkatli tokatlar vurup “Sakın sakın, hakāik-i îmâniyenin tefsîri olan Risâle-i Nûr’u kendi şahsî menfaatlerine, hattâ ma‘nevî kemâlâtlarına ve belâlardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki nûrun en büyük kuvveti olan ihlâs-ı hakîkî zedelenmesin!” diye, kader-i İlâhî’nin şefkatli tokatları olduğuna kat‘î kanâat ediyorum. Hattâ her ne vakit, sırf âhiretime şahsî ibâdetle ziyâde meşgūliyetim sebebiyle nûrun hizmetini bıraktığım aynı zamanında, ehl-i dünya bana musallat olup bana azâb verdiğine kat‘î kanâat getirmişim.

Bu dördüncü numûnenin îzâhını en son yazılan mektûblardan, ehl-i siyâset, Saîd’i “dîni siyâsete âlet yapar” diye hapislere atması ve sonra Saîd’in onun hikmetini, yani kaderin şefkat tokatları olduğunu anlamasıyla onları helâl etmesi ve kendi tahammülünün hikmetini anlamasına dâir olan o mektûba havâle ediyoruz.

Sayfa 275

Beşinci Numûne: Bu bîçâre Saîd’in gāyet muhtâç olması ve yetmiş seneden beri o san‘atla meşgūl olması ve bazı gün iki yüz sahîfe kadar tashîhe mecbûr olmasıyla berâber, on yaşındaki zekî bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olmadığına hayret ediyordu. Hâlbuki Saîd bütün bütün isti‘dâdsız değildir.

Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu hâlde, bu kadar yazıya muhtâç iken, böyle yarım ümmî vaziyetinin hikmeti, kanâat-i kat‘iyemle şudur ki:

Bir zaman gelecek ki, cüz’î ve şahsî iktidârlar ve kuvvetler mukābele edemeyecek dehşetli ve ma‘nevî düşmanların hücûmu zamanında, güzel yazı sâhiblerini rûh u cânıyla aramak ve hizmetine şerîk etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nûr gibi o ma‘nevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz’î hizmeti, küllî ve umûmî ve kuvvetli ve bir kaleme mukābil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübârek havuz içinde eritmesiyle hakîkî ihlâsı elde etmek ve bu sûretle îmâna hizmet etmek hikmetiyle olmuş.

اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي

Kardeşiniz

Saîdü’n-Nûrsî

Sayfa 276

[624]

Dîndâr ve hamiyetkâr ve vatanperver milletvekîllerine şunu arzediyorum ki:

Mekke-i Mükerreme’de Hacerü’l-Esved’in yanında hürmet için konulduğunu hâcıların gördükleri Zülfikār Mu’cizat-ı Kur’âniye Mecmûası’yla, Medîne-i Münevvere’de Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kabri üzerinde hâcıların konulduğunu gördükleri Asâ-yı Mûsâ Mecmûası gibi Risâle-i Nûr’un bir kısım eczalarını, Âlem-i İslâm’ın bizimle hakîkî uhuvvetini te’mîne vesîle oldukları hâlde, müsâdere etmek suretiyle, dört seneden beri evrâk-ı muzırra gibi dosyalar içinde mahkeme mahzenlerinde çürütülmek sûretiyle imhâsına çalışıldığı ve dört mahkeme berâetine ve serbestiyetine karâr verdikleri ve biz de çok def‘a mākamâta istid‘â ile mürâcaat edip serbestiyetini istediğimiz ve hem başbakanın dîn propagandası yüzünden şimdiye kadar bu vatana hiçbir zarar gelmediğini söylediği hâlde, bu, dîndârların serbestiyeti hakkındaki kanunun tasdîkinin ta‘cîli ve takdîmi lâzım gelirken te’hîr edilmesi, dîndâr meb‘ûsların nazar-ı millette kendilerine düşen en ehemmiyetli dînî vazîfelerini yapmıyorlar diye dîndârların bir telâşları var.

Biz de telâş ediyoruz ki, dâhilî, gizli dinsizler ve komünizm hesâbına çalışan hâinler, bu vaziyetten istifâde etmemeleri için, bu gelecek hakîkati sizlere beyân etmeye hamiyeten mecbûr oldum. O hakîkat da budur ki:

Emirdağ Lahikası - 4
  • İslâmiyet kahramanlarına da arzediyoruz ki, şimdi elinize geniş salâhiyet bahşeden resmî vazîfenizle nûr risâlelerinin müsâdereden kurtulması husûsundaki hizmetinizi ricâ ediyoruz.

    Sevgili Üstâdımız dahi sizleri haberdâr etmemizi bize emrettiler. Biz de size arzediyoruz. Hem hürmet ve selâm ederek muvaffakiyetinize duâ ediyoruz.

    Nûr talebeleri nâmına

    Mustafâ Sungur

    Birinci Cezâ, 951/187

    12.11.951

    Dosyalarımızın numarası

    Başsavcılık 8/466

    *

    * *

    [623]

    بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

    اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُٓ اَبَدًا دَٓائِمًا

    Azîz, Sıddîk Kardeşlerim,

    Evvelen: Mevlid-i Şerîf’inizi rûh u cânımızla tebrîk ediyoruz ve muvaffakiyetinizi ve nûrların fevkalâde te’sîrli intişârını sizlere müjde ediyoruz ve Nûrcuları tebrîk ediyoruz.

    Sâniyen: Bu mübârek gecede pek şiddetli bir ihtâr kalbime geldi ki, İstanbul’daki Üniversiteciler Eski Saîd ile Yeni Saîd’in Târîhçe-i Hayâtı’ndaki hârikaları yazmaları münâsebetiyle iki fikir meydana gelmiş:

Item 1 of 9