Velhâsıl, bir kapı kapansa, inâyet-i İlâhiye daha parlak kapıları Risâle-i Nûr yüzünden açıyor, yol veriyor. Risâle-i Nûr’un mektub ve melfûz hurûfâtı adedince Cenâb-ı Erhamürrâhimîn’e hamd ü senâ ve şükür olsun. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّ۪ي
Buna binâen, bu tevakkuf ve muvakkaten fütûra merak etmeyiniz. Zaten şimdiye kadar çalışmalar, tohumlar nev‘inden istikbâlde kâfî sünbüller verebilir. Farz-ı muhâl olarak, hiç çalışılmasa da yine kifâyet eder. Kat‘iyen takarrur etmiş ki, Risâle-i Nûr hakîkatlerine gıdaya ihtiyaç gibi bu zamanda ihtiyaç var. Bu ihtiyaç ise onu tevakkufta bırakmaz, işlettirecek inşâallâh.
Hâfız Mustafa ile umumunuza bedel görüştük, fakat pek az bir zamanda. Cenâb-ı Hakk, onu ve Tâhirî’yi tab‘ mes’elesinde muvaffak eylesin. Âmîn. Hâfız Ali’nin mektubunda, medrese-i nûriyenin üstâdı olan Hacı Hâfız’la gayet samîmane ve uhuvvetkârâne görüşmeleri ve meşveretleri, bizleri çok mesrûr eyledi. Umum kardeşlerimize ve hemşîrelerimize birer birer selâm ve duâ ediyoruz.
Kardeşiniz
Saîdü’n-Nûrsî
Sabrî kardeş, hastaya Cenâb-ı Hakk şifâ versin. Duâ edildi. Öteki mes'ele, Hanefî mezhebinde hamil mâni‘ değil. Yalnız vaz‘-ı haml ile iddet biter. Fakat hamil vaktinde talâk menhîdir.
[124]
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ
Azîz, sıddîk kardeşlerim,
Nûr fabrikasının sâhibi, Birinci Şuâ‘ın dördüncü âyeti bahsinde, hakîkat-i İslâmiyetin yedi esâsı parlak bir surette isbat edildiği cümlesine dâir soruyor ki: “Erkân-ı İslâmiyeyi beş biliyoruz. Hem vücûb-u zekât rüknü, risâlelerde ne suretle îzâh edildiğini” soruyor.
Elcevâb: İslâm’ın rükünleri başkadır, hakîkat-i İslâmiyetin esâsları yine başkadır. Hakîkat-i İslâmiyetin
esâsları, altı erkân-ı îmâniye ile (Hâşiye) ve esâs-ı ubûdiyet ki, İslâm’ın beş rüknü olan “savm, salât, hac, zekât, kelime-i şehâdet” mecmûunun hulâsasıdır. Risâle-i Nûr, altı rükn-ü îmânî ile bu esâs-ı ubûdiyeti isbat edip سَبْعُ الْمَثَان۪ي cilvesine mazhariyeti muraddır.
Vücûb-u zekâtın îzâhından murad ise, zekâtın teferruât tafsîlâtı değil, belki zekâtın hayat-ı ictimâiyede derece-i lüzûmu ve ehemmiyetli kıymeti isbat edilmiş demektir. Evet, Risâle-i Nûr’dan evvel yazdığımız risâlelerde, hem Risâle-i Nûr’un müteaddid yerlerinde, vücûb-u zekâtın hayat-ı ictimâiyede ne derece ehemmiyetli olduğu kat‘iyen ve vâzıhan isbat edilmiş demektir. Birinci Şuâ‘ın âhirinde bir kardeşimizin mektubu, şimdiki bize yazılacak nüshada yazılmasın. Münâsib görmediğiniz bir şeyi yazmayabilirsiniz.
Isparta’da, Risâle-i Nûr’un ders ve neşrine iki köşkünü bir zaman tahsîs eden kardeşimiz Şükrü Efendi’nin iki genç evlâdının vefatı, beni müteessir etti. Çünki beş-altı yaşında iken, ma‘sûme kerîmesi yanıma geldikçe, her def‘a “Adın nedir?” soruyordum. Ma‘sûmâne, kemâl-i fahırla “Hayrunnisâ” derdi. Beni şefkatle güldürüyordu. Cenâb-ı Hakk, o mübârek ma‘sûmeyi birden cennetine aldı, bu dünya cehenneminden kurtardı. Ve merhum mahdûmu Hayatî ise, inşâallâh onu da Hayrunnisâ gibi günahsız, ma‘sûm yaptı. Beraber cennet tarafına gittiler. Bu nokta-i nazardan ben o iki çocuğu tebrîk ediyorum. Ve peder ve vâlidelerini de hem ta‘ziye, hem ma‘nen tebrîk ediyorum ki, o iki evlâdları وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrına mazhar oldular. Ben o ikisini, Risâle-i Nûr’un vefat eden şâkirdleri içinde duâlarımıza dâhil ettik.
Rüşdü Efendi benim tarafımdan, Şükrü Efendi’ye ta‘ziyenâmesi olan On Yedinci Mektub’u benim yerimde okusun. Risâle-i Nûr’un kaptanı Sabrî, Nis adasındaki bir kardeşimiz, Onuncu Söz’ün tab‘ından sonra tehlikeden muhâfaza için kaç ay hânesinde saklayan ve peder ve vâlidesiyle, bizimle ciddî alâkadâr bulunan Veli Efendi’nin peder ve vâlidesinin vefat haberlerini yazıyor. Cenâb-ı Hakk onlara rahmet eylesin. Ben inşâallâh çok zaman onları ma‘nevî kazançlarıma şerîk edeceğim.
Kardeşiniz
Saîdü’n-Nûrsî
Hâşiye: ‘Beraber’ kelimesi şuâ‘da noksân olduğu için, şübhe edilmiş.
[125]
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ
Azîz, sıddîk kardeşlerim,
Ben pek kat‘î bir surette ve bine yakın tecrübelerim neticesinde kat‘î kanâatim gelmiş ve ekser günlerde hissediyorum ki, Risâle-i Nûr’un hizmetinde bulunduğum günde, o hizmetin derecesine göre kalbimde, bedenimde, dimağımda, maîşetimde bir inkişâf, inbisât, ferahlık, bereket görüyorum. Hem orada iken, hem burada çok kardeşlerimden aynı hâleti hissettim ve ediyorum. Ve çokları i‘tirâf ediyor, “Biz de hissediyoruz” derler. Hatta size geçen sene yazdığım gibi, benim pek az gıda ile yaşadığımın sırrı, o bereket imiş.
Hem İmâm-ı Şâfiî’den (ra) rivâyet var ki, “Hâlis talebe-i ulûmun rızkına, ben kefâlet edebilirim” demiş. Çünki rızıklarında vüs‘at ve bereket olur. Madem hakîkat budur ve madem hâlis talebe-i ulûm ünvanına Risâle-i Nûr şâkirdleri bu zamanda tam liyâkat göstermişler. Elbette şimdiki açlık ve kahta mukābil, Risâle-i Nûr hizmetini bırakmak ve zarûret-i maîşet özrüyle, maîşet peşine koşmak yerine en iyi çare, şükür ve kanâat ve Risâle-i Nûr talebeliğine tam sarılmaktır.
Evet, her tarafta bu derd-i maîşet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalâlet bundan istifâde eder. Ehl-i diyânet de kendini ma‘zur bilir, “Zarûrettir, ne yapalım?” der. Demek, Risâle-i Nûr şâkirdleri bu açlık ve zarûret musîbetine karşı, yine nûrla mukābele etmeli. Her şâkirdin vazîfesi, yalnız kendi îmânını kurtarmak değil, belki başkasının îmânlarını da muhâfaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur.
Size yazmıştık ki, muârızlara adâvetle mukābele etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, ehl-i takvâ, ehl-i ilme karşı dostâne vaz‘iyet alınız. Fakat bu noktaya dikkat ediniz ki, Risâle-i Nûr’un zararına ve şâkirdlerinin salâbet ve metânetlerine ilişecek bir tarzda dâireniz içine sokmayınız. Öyleler niyet-i hâlisa ile girmezse, belki fütûr verirler. Eğer enâniyetli ve hodfurûş ise, Risâle-i Nûr şâkirdlerinin metânetlerini kırarlar. Nazarlarını, Risâle-i Nûr’un hâricine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metânet ve ihtiyât lâzımdır.