Yirmisekizinci Lem‘a

1- Sineklerin gāyet hikmetli vazîfelerine dâir bir nükte 2- Kudret hazineleri kâf-nûn’dadır ve Kur’ân hurûfâtı ile maddî ilaç gibi şifâ ve başka maksadların hâsıl olması 3- Kelimât-ı İlâhiye nihâyetsizdir
4- Demirin semâdan indirildiğini beyân eden âyetin tefsîri
5- Sekiz nevi‘ hayvânât-ı mübârekenin cennetten indirildiğini beyân eden âyetin tefsîri Eskişehir Hapsi’nde Üstâd Hazretlerinin talebelerine yazdığı muhtelif mektublar 6- Hapisteki talebeleri teselli için yazılan bir mektub 7- Bir düstûr 8- Mahkeme müdâfaâtının bir parçası 9- Üstâd Hazretlerinin talebelerini iki küçük mes’elede tenkîdkârâne îkāz etmesi 10- Risâle-i Nûr’un müdâfaa ve muhâfazasından herkes çekilse dahi beş kişinin çekilmemesi gerektiği 11- Risâle-i Nûr’un yedi Mesnevî kadar şerîf olduğu 12- Nûr talebelerinin hıfz-ı İlâhî altında olduğu 13- Sıkıntı, ruh darlığı ve sâir sebeblerle arkadaşlardan sudûr eden fenâ sözlerle birbirinize küsmeyiniz 14- Ehl-i isyân hakkında gelen bir âyetin Eskişehir Hapsi’ne olan işârâtı ve ilim talebelerinin fazîletine dâir Sa‘dî-i Şîrâzî’nin bir müşâhedesi 15- İki küçük hikâye 16- İyilik içinde muaccel bir mükâfât ve fenâlık içinde muaccel bir mücâzât vardır 17- Cenâb-ı Hakk’ın insanlardan rızık istemediğini beyân eden âyetin tefsîri 18- Uykunun üç nev‘ine dâir 19- Salavâtın ehemmiyetine dâir latîf bir nükte 20- Vahdetü’l-Vücûd meşrebini bu asırda telkîn etmenin ciddî zarar vereceği 21- Muhyiddîn-i Arabî hakkındaki bir münâkaşaya dâir 22- Bayramlarda zikir ve ibâdete ziyâde teşvîkin sırrı 23- Nefs-i emmâreye dâir 24- Kısa bir zamandaki küfre mukābil, ebedî bir azab nasıl adâlet olur? 25- Yüz altmış üçüncü madde hakkında latîf bir tevâfuk 26- Risâle-i Nûrların “Elmas-Cevher-Nûr” olduğuna dâir Şefîk’in mektubu 27- Zekâî’nin rüyası ve Halil İbrâhim’in şiiri 28- Cinnîlerin, semâdan haber çalmaya çalışmaları ve bir kısım ehl-i velâyetin cennetten meyveler almasına dâir üç suâl

Sayfa 285

YİRMİSEKİZİNCİ LEM‘A

Eskişehir Hapishânesi’nde ihtilâttan ve konuşmaktan memnû‘ olduğum zamanda, karşımdaki kardeşlerime teselli için yazdığımkısacık fıkraların bir kısmıdır.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Hapsin bir latîf hâtırasıdır ki; Risâle-i Nûr gizlenir, fakat sönmez ve söndürülmez. Bir âlem-i ma‘nâda Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh’ın ilminden sordum: “اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْط۪يرًا demişsin, muradın nedir?” Dedi: “(عُجْمٍ) yani, hecevârî, terkîbsiz ve vakıflarda olduğu gibi rakamvârî, şekilsiz harflerdir ki, latinî hurûfudur. Lâdînî zamanında taammüm eder.” Hem sonra sordum: “Ercûze’nde benden bahsedip ‘Kendini muhâfaza et!’ demişsin. Hem tam vaktinde emrinizi gördük. Fakat maatteessüf kendimizi muhâfaza edemedik. Bu belâya düştük. Şahsımdan binler def‘a daha ehemmiyetli olan Risâle-i Nûr’dan bahsin ve işârâtın yok mu?” dedim. Dedi: “Yalnız işaret değil, belki Celcelûtiyemdetasrîh ediyorum.”

Mütebâkî kısmı, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî Mecmûası’nda 119. sahîfeden 131. sahîfeye kadar yazıldığı için burada derc edilmemiştir.

Büyük bir âyetin küçük bir nüktesidir.

Sadâkatte nâmdâr, safvet-i kalbde mümtâz Süleyman Rüşdü ile bir muhâvere-i latîfe:

Şöyle ki: güz mevsiminde, sineklerin terhîsât zamanına yakın bir vakitte hodgâm insanlar, cüz’î tâ‘cîzleri olan sinekleri itlâf etmek üzere odamıza ilaç isti‘mâl ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bil’âhire, o insanların inâdına sinekler daha ziyâde çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gāyet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüşdü’ye dedim: “Bu küçücük kuşlara ilişme. Başka yere ser.” O da kemâl-i ciddiyetle: “Bu ip bize lâzımdır. Sinekler başka yerde kendilerine yer bulsunlar” dedi. Her ne ise... Bu latîfe münâsebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki: “Böyle, nüshaları çoğalan nev‘lerin ehemmiyetli vazîfeleri ve kıymetleri var.” Evet, bir kitabın

Sayfa 286

kıymeti nisbetinde nüshaları teksîr edilir. Demek sinek cinsinin de ehemmiyetli vazîfesi ve büyük kıymeti var ki; Fâtır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektubları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çoklukla teksîr etmiş. Evet, Kur’ân-ı Hakîm’in يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِاجْتَمَعُوا لَهُ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لَا يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ yani, “Cenâb-ı Hak’tan başka bütün esbâb ve ulûhiyetler ve ehl-i dalâlet tarafından da‘vâ edilen âliheler ictimâ‘ etseler, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mu‘cize-i Rabbâniyedir ve öyle bir âyet-i tekvîniyedir ki, bütün esbâb toplansalar, onun bir mislini yapamazlar ve o âyet-i Rabbâniyeye muâraza edemezler. Taklîdini de yapamazlar” meâlindeki âyete ehemmiyetli bir mevzu‘ teşkîl eden ve Nemrûd’u mağlûb eden ve Hazret-i Mûs (as) onların ta‘cîzlerine karşı müştekiyâne, “Yâ Rab! Bu muacciz mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhâmen cevab gelmiş ki: “Yâ Musa! Sen bir def‘a sineklere i‘tirâz ettin. Bu sinekler de çok def‘a suâl ediyorlar ki, ‘Yâ Rab! Bu koca kafalı beşer seni yalnız bir lisân ile zikrediyor. Bazen de gaflet ediyor. Eğer yalnız kafası kadar kısmından bizleri halk etse idin, binler lisân ile seni zikredecek, bizim gibi mahlûklar olurlardı’ ” diye, Hazret-i Mûsâ’nı (as) şekvâsına, bin i‘tirâz kuvvetinde hikmet-i hilkatini müdâfaa eden sineğin hem gāyet nezâfetperver ve her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu tâifenin, elbette mühim bir vazîfesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kāsırdır. Daha o vazîfeyi ihâta edememiştir.

Evet, Cenâb-ı Hak, nasıl ki denizin yüzünü temizlemek ve her günde milyarlarla vefeyâtı bulunan hayvânât-ı bahriye cenazelerini toplamak (Hâşiye) için ve deniz yüzünü cenazelerle âlûde, müstekreh manzaradan kurtarmak için, sıhhiye me’murları

Hâşiye: Evet, bir balığın, binlerle yumurtasına ve binlerle yavrusuna ve bazen bir milyon yumurtadan ibâret olan havyarından çıkan tevellüdât-ı semekiyesine nisbeten, vefeyâtları da o nisbette bulunacak, tâ ki muvâzene-i bahriye muhâfaza edilebilsin. Hem rahîmiyet-i İlâhiye’nin latîf cilvelerindendir ki, vâlide balıklar yavrularıyla nisbetsiz bir tefâvüt-ü cismîde bulunduklarından, vâlideleri, yavrulara kumandanlık edemiyorlar. Yavruların sokuldukları yerlere vâlideleri giremedikleri için, Hakîm ve Rahîm, yavruların içinden onlara küçük bir kumandan çıkarıp, vâlidelik vazîfesini o küçük kumandancıklara gördürür.

Sayfa 287

nev‘inden gāyet muntazam âkilüllahm bir kısım hayvanâtı halketmiş. Eğer o bahriye sıhhiye me’murları gāyet muntazam vazîfelerini îfâ etmese idiler, denizlerin yüzleri ayna gibi parlamayacaktı. Belki de gāyet hazîn ve elîm bir bulanıklık gösterecekti. Hem her günde yabânî hayvanların ve kuşların cenazelerini toplamakla rû-yu zemîni o taaffünâttan temizlemek ve zîhayatları o elîm ve hazîn manzaralardan kurtarmak için, nezâfet ve sıhhiye me’murları hükmünde olan kartallar misillû, gizli ve uzak, beş altı saat mesâfeden, kerâmetkârâne bir sevk-i Rabbânî ile o cenazenin yerini hisseden ve gidip kaldıran âkilüllahm kuşları ve vahşi hayvanları halketmiş. Eğer bu berriye sıhhiye me’murları gāyet mükemmel ve intizâmperver ve vazîfedâr olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı.

Evet, âkilüllahm hayvanların helâl rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, cezâ görürler. حَتّٰي يَقْتَصُّ الْجَمَّٓاءُ مِنَ الْقَرْنَٓاءِ -ev kemâ kāl- yani, “Boynuzsuz olan hayvanın kısâsı, kıyâmette boynuzludan alınır” diye ifâde-i hadîsiye gösteriyor. Gerçi cesedleri fenâ bulur. Fakat ervâhları bâkî kalan hayvanât mâbeyninde dahi, onlara münâsib bir tarzda, dâr-ı bekāda mücâzât ve mükâfâtları vardır. Ona binâen, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir.

Ve hem küçücük hayvanların cenazelerini ve ni‘metin küçücük parçalarını ve tanelerini toplamak vazîfesiyle karıncaları nezâfet me’murları olarak tavzîf etmiştir. Hem ni‘met-i İlâhiyenin küçücük parçalarını ve tanelerini telef olmaktan ve çiğnenmekten ve hakāretten ve abesiyetten sıyânet etmekle ve hem küçücük hayvanâtın cenazelerini toplamakla sıhhiye me’murları gibi tavzîf olunmuşlardır. Hem aynen onlardan daha mühim olan, insanın gözüne görünmeyen hastalıkların mikroplarını ve madde-i semmiyeyi temizlemekle, sinekler muvazzaftırlar. Sinekler, değil mikropların nâkileleri olmak, bil’akis, muzır mikropları massetmekle, yani emmek ve yemek ile o mikropları imhâ ederler. Ve o madde-i semmiyeyi istihâleye uğratırlar ve çok sârî hastalıkların önünü alırlar. Hem bu sineklerin, hem sıhhiye neferleri, hem tanzîfât me’murları, hem kimyager olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar bulunduklarına delil ise, onların gāyet kesretidir. Çünkü kıymetdar ve menfaatdâr şeyler teksîr edilir. (Hâşiye) (Arka sahîfede)

Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana âit bu küçücük fâidesine bak.

Sayfa 288

Sinek düşmanlığını bırak. Çünkü gurbette kimsesizlik ve yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni îkāz eder. Ve latîf vaz‘iyeti ile ve abdest alması ve yüzünü gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz ve hareket ve nezâfet gibi, vazîfe-i insaniyeti ihtâr eden ve ders veren sineği görüyorsun. Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, ni‘metlerin en tatlısı olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’da dahi vahy-i Rabbânîye mazhariyetle serfirâz olduğundan onları sevmek lâzım gelirken, sineklere düşmanlık, belki insana dâimâ dostâne muâvenete koşan ve insanın her belâsını çeken hayvanâta düşmanlık, bir gadirdir, bir haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def‘ için mücâdele olabilir. Meselâ koyunları, kurtların tecâvüzünden korumak için onlara mukābele edilir. Acaba harâret zamanında vücûdun idaresinden fazla olan kanın çoğalması zarar değil midir? Hem bulaşık bazı mevâdd-ı muzırrahâmil evridede cereyân eden mülevves kana musallat olan ve belki me’mur olan sivrisinekler ve pireler, fıtrî haccâmlar olması muhtemel değil midir?

سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ ف۪ي صُنْعِهِ الْعُقُولُ

Nefsim ile mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü ni‘met-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: “Bu mülk senin değil, emânettir.” O vakit nefis, gurur ve iftihârı bıraktı. Fakat tenbelliğe başladı. “Benim malım olmayana neden bakayım? Zâyi‘ olsun, bana ne?” dedi. Birden gördüm, bir sinek elime kondu. Emânetullâh olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını ve elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: “Bak!” Baktı, tam ders aldı. O sinek, mağrûr ve tenbel nefsime hoca ve muallim oldu.

Sineğin pisliği, tıb cihetiyle zararı yok bir maddedir. Bazen tatlı bir şurûbdur. Fakat sinek, yediği

(287. Sahîfeye âit hâşiyedir) Bir sineğin kanadı ve vücûdu, ne kadar hârika bir san‘at-ı Rabbâniye olduğuna latîfâne bir işaret olarak, meşhur Yunus Emre’nin şu fıkrası ne güzel bildiriyor:

“Bir sineğin kanadını, kırk kağnıya yüklettim. * Kırkı da çekemedi, kaldı şöyle yazılı.”

Sayfa 289

binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler birer küçücük istihâle ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri, hikmet-i Rabbâniyeden uzak değildir. Belki hikmet-i Rabbâniyenin şe’nindendir. Evet, arıdan başka sineklerin bazı tâifeleri var ki; (Hâşiye) muhtelif müteaffin maddeleri yerler. Pislik yerine mütemâdiyen katre katre şurûb damlatırlar. O semli, müteaffin maddeleri, ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifâlı bir şurûba tebdîl ederek, birer istihâle makinesi olduklarını isbat ederler. Bu küçücük ferdlerin ne kadar büyük bir milleti ve bir tâifesi olduğunu göze gösterirler. “Küçüklüğümüze bakma. Tâifemizin azametine bak. Sübhânallâh de!” diye lisân-ı hâlleriyle söylüyorlar.

Saîdü’n-Nûrsî

Hâşiye: Evet, sineklerin küçük bir tâifesi, baharınâhirinde badem ve zerdâli ağaçlarının dallarındasiyah bir kitle hâlinde halk olunup dala yapışık olarak kalırlar. Mütemâdiyen, pislik yerine damlacıklar onlardan akıyor. O katreler bal gibi olup, sâir sinekler etrafına toplanırlar, onları emerler. Diğer bir başka tâifesi de nebâtâtın çiçeklerinin ve incir gibi bir kısım ağaçların telkîhinde istihdâm olunuyorlar. Sinek tâifelerinden yıldızlı, mumlu, ışıklı olan yıldız böceği, şâyân-ı temâşâ olduğu gibi, sinek tâifelerinden yaldızlı, altın gibi parlak kısmıda şâyân-ı dikkattir. Mızraklı sinekleri ve eşkiyâları hükmünde olan yabânî arıları da unutmamalıyız. Eğer Hâlik-ı Rahmân onların dizginlerini çekmese idi, bu mızraklı tâifeler, pireler gibi insanlara hücum etselerdi, Nemrûd’u öldürdükleri gibi, nev‘-i insanı da hırpalayacaklardı. وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّباَبُ شَيْئًا لَا يَسْتَنْقِذُوهُ âyetinin ma‘nâ-yı işârîsini tefsîr ederlerdi. İşte bunlar gibi yüz nâmdâr hâsiyetli tâifeleri bulunan sinek cinsinin büyük bir ehemmiyeti vardır ki; mezkûr azîm âyet, onu mevzu‘ yapmış, يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ -ilâ âhirihî- demiş.

Sayfa 290

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

Bu âyet-i kerîmenin işaretiyle ve emriyle, îcâd oluyor. Ve kudret hazineleri “kâf-nûn” dadır. Bu sırr-ı dakîkin vücûh-u kesîresinden birkaç vechi Risâle-i Nûr’da zikredilmiştir. Burada, hurûf-u Kur’âniyenin, hususan sûre başlarındaki mukattaât-ı hurûfun hâsiyetlerine ve fezâillerine ve te’sîrât-ı maddiyelerine dâir vürûd eden hadîsleri, şu asrın nazar-ı maddîsine takrîb etmek için maddî bir misâl üzerinde o sırrın tefhîmine çalışacağız. Şöyle ki; Zât-ı Zülcelâl olan sâhib-i arş-ı a‘zamın, ma‘nevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinât hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkātın tedbîrine medâr dört arş-ı İlâhîsi var:

Birisi: Hıfz ve hayat arşıdır ki; topraktır. İsm-i Hafîz ve Muhyî’nin mazharıdır.

İkincisi: Fazl ve rahmet arşıdır ki; su unsurudur.

Üçüncüsü: İlim ve hikmet arşıdır ki; unsur-u nûrdur.

Dördüncüsü: Emir ve irâdenin arşıdır ki; unsur-u havadır.

Basit topraktan, hadsiz hâcât-ı hayvâniyeye ve insaniyeye medâr olan maâdin ve hadsiz muhtelif nebâtâtın, basit bir unsurdan kemâl-i intizâmla, vahdetten hadsiz kesret, basitten nihâyetsiz muhtelif envâ‘, sâde bir sahîfede hadsiz muntazam nukūş, gözümüzle gördüğümüz gibi; suyun, hususan hayvanâtın nutfeleri su gibi basit bir madde iken, hadsiz mu‘cizât-ı san‘atının muhtelif zîhayatlarda o su ile tezâhürü gösteriyor ki; bu iki arş misillû, nûr ve hava dahi, besâtatlarıyla beraber, Nakkāş-ı Ezelî’nin ve Alîm-i Zülcelâl’in kalem-i ilim ve emir ve irâdesinin, acâib-i mu‘cizâtının evvelki iki arş gibi mazharlarıdırlar. Nûr unsurunu şimdilik bırakıp, mes’elemiz münâsebetiyle, küre-i arza göre emir ve irâde arşı olan unsur-u hava içinde emir ve irâdenin acâibini ve garâibini örten perdenin bir derece keşfine çalışacağız. Şöyle ki:

Biz nasıl ki ağzımızdaki hava ile hurûfât ve kelimâtı ekiyoruz. Birden sünbülleniyorlar. Yani havada, âdetâ zamansız bir anda, bir kelime bir habbe olup hâric-i havada sünbüllenir. Küçük büyük hadsiz aynı kelimeyi câmi‘ bir havayı

Sayfa 291

sünbül veriyor. Unsur-u havaiyeye bakıyoruz ki, o derece emr-i künfeyekûne mutî‘ ve musahhar ve emirberdir ki; güya herbir zerresi, bir nefer gibi, muntazam bir ordunun her dakika emrini bekler. Zamansız en uzak zerreden, emr-i künden cilveger olan bir irâdenin imtisâlini ve itâatini gösterir.

Meselâ, âhize ve nâkile radyo makineleri vâsıtasıyla, havanın hangi yerinde olursa olsun, bir nutk-u beşerî bütün küre-i arzın her tarafında radyo âhizeleri bulunmak şartıyla, aynı nutuk zamansız, aynı anda, her yerde işittirilmesi, emr-i künfeyekûnün cilvesine herbir zerre-i havaiye ne derece kemâl-i imtisâl ile itâat ettiğini gösterdiği gibi; havada sebatsız vücûdları bulunan hurûfât, kudsiyet keyfiyetiyle, bu sırr-ı imtisâle göre çok te’sîrât-ı hâriciyeye ve hâsiyât-ı maddiyeye mazhar olabilir. Âdetâ, ma‘neviyâtı maddiyâta inkılâb ve gaybîyi şehâdete tahvîl ettirir bir hâsiyet onlarda görünüyor. İşte bunun gibi, hadsiz emâreler gösteriyor ki; mevcûdât-ı havaiye olan hurûfâtın, hususan hurûfât-ı kudsiyenin ve Kur’âniyenin, hususan evâil-i sûrelerde şifre-i İlâhînin hurûfâtı, muntazam ve nihâyetsiz hassâs ve zamansız emirleri dinler ve yapar gibi göründüğünden, elbette zerrât-ı havaiyede kudsiyet noktasında emr-i künfeyekûnün cilvesine ve irâde-i ezeliyenin tecellîsine mazhar hurûfâtın maddî hâssalarını ve hârika ve mervî fazîletlerini teslîm ettirir. İşte bu sırra binâendir ki; Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’da bazen kudret eserini, sıfat-ı irâde ve sıfat-ı kelâmdan gelir gibi ta‘bîrât, gāyet derecede sür‘at-i îcâddan ve gāyet derecede inkıyâd-ı eşyâdan ve musahhariyet-i mevcûdâttan başka, ayn-ı emir, kudret gibi hükmediyor, demektir. Yani, emr-i tekvînîden gelen hurûfât, maddî kuvvet hükmünde vücûd-u eşyâda hükmeder. Ve emr-i tekvînî âdetâ ayn-ı kudret ve ayn-ı irâde olarak tezâhür eder.

Evet, emir ve irâdenin bu gāyet hafî ve vücûd-u maddîleri gāyet gizli ve havaî, âdetâ nîm-ma‘nevî, nîm-maddî nev‘indeki mevcûdâtta, emr-i tekvînînin ayn-ı kudret gibi âsârı görünüyor. Belki ayn-ı kudret olur. Âdetâ, ma‘neviyât ile maddiyâtın mâbeyninde berzahî olan mevcûdâta nazar-ı dikkati celbetmek için, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ferman ediyor.

İşte, evâil-i sûrelerdeki الٓمٓ، طٰسٓ، حٰمٓ gibi hurûf-u kudsiye-i şifre-i İlâhiye, hava zerrâtı içinde, zamansız münâsebât-ı dakîkiye-i hafiye tellerini ihtizâza getirecek birer düğüm ve birer düğme harfi olduklarını; ve ferşten arşa

Sayfa 292

ma‘nevî telsiz telefon olarak muhâberât-ı kudsiyeyi îfâ etmeleri, o şifre-i kudsî-i İlâhînin şe’nindendir ve vazîfesidir ve gāyet ma‘kūldür.

Evet, havanın herbir zerresi ve bütün zerrâtı, telsiz telefonlar ve telgraflar gibi aktâr-ı âlemde münteşir o zerreler, emirleri imtisâl ettiklerini; ve elektrik ve seyyâlât-ı latîfeye âhize ve nâkilelik vazîfesi gibi sâir vezâif-i havaiyeden başka bir vazîfeleri de bir hads-i kat‘î ile, belki müşâhede ile, ben kendim badem çiçeklerinde gördüm. Rû-yu zemînde muntazam bir ordu hükmünde olan ağaçların hevâ-yı nesîmînin dokunmasıyla, bir anda aynı emri o âhizeler hükmündeki zerrelerden aldığı vaz‘iyet-i meşhûdesi, bana iki kerre iki dört eder derecesinde kanâat vermiştir.

Demek havanın, rû-yu zemînde çevik çalak bir hizmetkâr olması ve rû-yu zemîndeki Rahmân-ı Rahîm’in misafirlerine hizmet ettiği gibi, o Rahmân’ın emirlerini teblîğ etmek için bütün zerrâtı telsiz telefonun âhizeleri gibi emirber nefer hükmünde olarak evâmir-i kudsiyeyi nebâtâta ve hayvanâta teblîğ eder. Nefeslere yelpâze, nüfûsa nefes, yani vücûdun âb-ı hayatı olan kanı tasfiye ve nâr-ı hayatı olan harâret-i garîziyeyi iş‘âl vazîfesini yaptıktan sonra çıkıp, ağızda hurûfâtın teşekkülüne medâr olduğu gibi, pek çok muntazam vazîfeleri, emr-i künfeyekûn ile icrâ eder. İşte, havanın bu hâsiyetine binâendir ki:

Mevcûdât-ı havaiye olan hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani âhizelik vaz‘iyetini aldıkça, yani Kur’ân hurûfâtı olmakla âhizelik vaz‘iyetini aldığından ve düğmeler hükmüne geçtiğinden ve sûrelerin başlarındaki hurûfât, daha ziyâde o münâsebât-ı hafiyenin uçlarının merkezi, ukdeleri ve düğümleri ve hassâs düğmeleri olduğundan, vücûd-u havaîleri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi, vücûd-u zihnîlerinin dahi, hatta vücûd-u nakşîlerinin dahi bu hâsiyetten hâssaları vardır. Demek o hurûfların okunmasıyla ve yazılmasıyla, maddî ilaç gibi şifâ ve başka maksadlar hâsıl olabilir.

Bedîüzzaman Saîdü’n-Nûrsî

Sayfa 293

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّ۪ي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّ۪ي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ مَدَدًا

Şu âyet-i kerîme, çok büyük ve çok âlî ve çok geniş bir denizdir. Onun cevherlerini beyân etmek için koca bir cild kitap yazmak lâzım gelir. Onun o kıymetdar cevherlerini başka zamana ta‘lîk edip, şimdilik tahattur-u hakāik noktasında birkaç gün evvel, benim için ehemmiyetli bir zamanım olan namaz tesbîhâtında, uzaktan uzağa fikrin nazarına ilişen bir nüktenin şuâı göründü. O zamanda kaydedemedik, gittikçe tebâüd ediyordu. Bütün bütün kay- bolmadan evvel, o nüktenin bir cilvesini avlamak için, etrafında dâirevârî birkaç kelime söyleyeceğiz.

Birinci Kelime: Kelâm-ı ezelî; ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlâhiye olduğu cihetle, gayr-i mütenâhîdir. Nihâyetsiz olan bir şeye denizler mürekkeb olsalar, elbette bitiremezler.

İkinci Kelime: Bir zâtın vücûdunu ihsâs eden en zâhir, en kuvvetli eseri tekellümüdür. Bir zâtın kelâmını işitmek, bin delil kadar, belki şuhûd derecesinde vücûdunu isbat eder. Bu nokta-i nazardan bu âyet-i kerîme, ma‘nâ-yı işârîsiyle diyor ki: “Rabb-i Zülcelâl’in vücûdunu gösteren kelâm-ı İlâhînin adedini denizler mürekkeb olsalar, ağaçlar kalem olsalar, yazsalar bitiremezler. Yani, bir zâtın böyle bir kelâmı, vücûduna şuhûd derecesinde delâlet ettiğine bedel; Zât-ı Ehad ve Samed’e delâlet eden, kelâmın, mütekellime delâleti ve ihsâsı gibi had ve hesaba gelmeyen kelimât-ı İlâhiye hadsizdir ki; umum denizlerin suyu mürekkeb olsalar, yazmasına kifâyet etmez” demektir.

Üçüncü Kelime: Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân hakāik-i îmâni-yeyi umum tabakāt-ı beşere ders verdiği için, tesbît ve tahkîk ve iknâ‘ etmek hikmetiyle, bir hakîkati zâhiren tekrar ettiği için, ehl-i ilim ve ehl-i kitâb bulunan ulemâ-yı yehûd, o zaman Peygamber-i Zîşân Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmîliğine ve kıllet-i ilmine gāyet haksız taarruz ettiklerine ma‘nen bir cevabdır. Şöyle ki; âyet-i kerîme der: “Tahkîk ve iknâ‘ gibi pek çok hikmetler için ayrı ayrı fâideler nokta-i nazarından çok müteaddid neticeleri bulunan bir hakîkati, umumun, bilhassa avâmın kalbinde yerleştirmek için, erkân-ı îmâniye gibi herbir mes’elesi, bin mesâil kıymetinde ve binler hakāiki tazammun eden mes’eleleri ayrı ayrı mu‘cizâne tarzlarda tekrar etmek,

Sayfa 294

hasr-ı kelâmdan ve kusûr-u zihnîden ve sermayenin noksâniyetinden değildir. Belki hadsiz ve nihâyetsiz hazîne-i ezeliye-i kelâm-ı İlâhîden alınan ve âlem-i gayb hesabına âlem-i şehâdete müteveccih olup, cin ve ins, ruh ve melekle konuşan ve her ferdin kulağında tanîn-endâz olan ve Kur’ân’ın menbaı bulunan kelâm-ı ezelînin kelimâtını saymak için denizler mürekkeb olsalar, zîşuûrlar kâtib olsalar, nebâtâtlar ve ağaçlar kalem olsalar, belki zerrât kalem ucu olsalar, yine bitiremezler.” Çünkü bunlar mütenâhî, o ise nihâyetsizdir.

Dördüncü Kelime: Ma‘lûmdur ki; umulmadık bir şeyden kelâmın sudûru, kelâmı ehemmiyetleştirir; kendini dinlettirir. Hususan cevv-i semâ ve bulutlar gibi büyük cirimlerde tekellümvârî sadâlar dahi, ehemmiyetle herkese kendini dinlettiriyor. Hususan dağ cesâmetinde bir fonografın nagamâtı, daha fazla kulağın nazar-ı dikkatini celbeder. Hususan semâvât tabakalarını plaklar ittihâz edip, küre-i arzın kafasına işittirmek için sudûr eden sadâ-yı semâvî-i Kur’ânîyi, radyo kuvvetiyle zerrât-ı havaiye, hurûfâta âhize ve nâkile oldukları gibi, elbette bu kudsî hurûfât-ı Kur’âniyeye zerrât-ı havaiye birer ayna, birer lisân, birer ibre ucu, birer kulak hükmüne geçtiğine remzen, Kur’ân-ı Hakîm’in hurûfâtının ne derece ehemmiyetli ve kıymetli, hâsiyetli ve hayatdâr olduğuna işareten, âyet, ma‘nâ-yı işârîsiyle diyor ki: “Kelâmullâh olan Kur’ân, o kadar hayatdâr ve kıymetdardır ki; onu dinleyen ve işiten kulakların adedini ve o kulaklara giren o kudsî kelimelerin sayısını, bütün denizler mürekkeb olsalar ve melâikeler kâtib olsalar ve zerreler ve nutfeler ve nebâtâtlar ve kıllar kalemler olsalar, bitiremezler.” Çünkü Cenâb-ı Hak, beşerin zayıf ve ruhsuz kelâmının adedini havada milyonlar kadar teksîr etse, elbette arz ve semâvâtın Pâdişâh-ı Bî-misâlinin, arz ve semâvâta bakan ve arz ve semâvâtta umum zîşuûrlara hitâb eden kelâmının herbir kelimesi, zerrât-ı havaiye adedince kelimeler olur.

Beşinci Kelime: İki harftir. Birinci Harf: Nasıl ki sıfat-ı kelâmın kelimeleri var. Öyle de, kudretin de mücessem kelimeleri var. İlmin de hikmetli kaderî kelimeleri var ki, bütün mevcûdâttır. Hususan zîhayatlar, hususan küçük mahlûklar, herbiri birer kelime-i Rabbâniyedir ki Mütekellim-i Ezelî’ye, kelâmdan daha kuvvetli bir sûrette işaret eder. Ve “Onların adedini, denizler mürekkeb olsalar, bitiremezler” demek olduğu ma‘nâsına dahi şu âyet, remzen bakıyor. İkinci Harf: Bütün melâikelere ve insanlara, hatta hayvanlara gelen umum ilhâmlar, bir nevi‘ kelâm-ı İlâhîdir. Bu kelâmın kelimâtı, elbette gayr-i mütenâhîdir.

Sayfa 295

Saltanat-ı mutlakanın nihâyetsiz cünûdunun mütemâdiyen aldıkları ilhâm, evâmir-i İlâhiye kelimâtı, ne kadar çok ve nihâyetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor, demektir. اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

Saîdü’n-Nûrsî

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَاْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ âyetine dâir gāyet ehemmiyet kesbetmiş mühim ve mütefennin bir adamın, bazı hocaları ilzâm ettiği bir suâle muhtasar bir cevabdır.

Suâl: Deniliyor ki: “Demir yerden çıkıyor, yukarıdan inmiyor ki, اَنْزَلْنَا denilsin. Neden اَخْرَجْنَا dememiş? Zâhiren muvâfık görülmeyen اَنْزَلْنَا demiş?”

Elcevab: Evvelen Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân اَنْزَلْنَا kelimesiyle, demirdeki azîm ve çok ehemmiyetli ni‘met cihetini ihtâr etmek için اَنْزَلْنَا demiş. Çünkü yalnız demirin zâtını nazara vermiyor ki; اَخْرَجْنَا desin. Belki ni‘met-i azîmesini ve nev‘-i beşerin demire ne derece muhtaç olduğunu ihtâr içindir. Ni‘met ciheti ise, ni‘met aşağıdan yukarıya çıkmıyor, belki rahmet hazinesinden geliyor. Rahmet hazinesi ise, elbette âlî ve yukarı ve ma‘nen yüksek mertebededir. Elbette ni‘met, yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır. Elbette in‘âm, ihtiyâcın fevkındedir.

Onun için ni‘metin hazîne-i rahmetten beşerin ihtiyâcına imdâd için gelmesinin hak ta‘bîri, اَنْزَلْنَا dır, اَخْرَجْنَا değildir. Hem tedrîcî ihrâcât, beşerin eliyle olduğu için ihrâc kelimesi, ihsân cihetini nazar-ı gaflete hissettirmez. Evet, demirin maddesi murad olunursa, mekân-ı maddî i‘tibâriyle ihrâcdır. Fakat demirin ni‘meti ve burada ma‘nâ-yı maksûd olan ni‘met ise, ma‘nevîdir. Bu ma‘nâ, maddî mekâna bakmıyor, belki ma‘nevî mertebeye bakar. Rahmân’ın hadsiz mertebe-i ulviyetinin bir tecellîsi olan hazîne-i rahmetten gelen ni‘met, elbette en yüksek makamdan en aşağı mertebeye gönderiliyor. Hak ta‘bîri اَنْزَلْنَا dır. Bu tâ‘bîrle nev‘-i beşere ihtâr eder ki: “Demir en büyük bir ni‘met-i İlâhiyedir.” Evet, nev‘-i beşerin bütün san‘atlarının ma‘deni ve terakkıyâtının menbaı ve kuvvetinin medârı, demirdir. İşte bu azîm ni‘meti ihtâr için, makam-ı imtinân ve in‘âmda, kemâl-i haşmetle, وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَاْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ diye ferman ediyor. Nasıl ki Hazret-i Dâvud’ (as) en mühim bir mu‘cize olarak وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَ ferman ediyor. Yani, büyük bir peygambere, büyük bir mu‘cize

Sayfa 296

ve pek büyük bir ni‘met olarak demiri yumuşatmasını gösteriyor.

Sâniyen: Yukarı aşağı nisbîdir. Küre-i arzın merkezine göre yukarı, aşağı oluyor. Hatta bize nisbeten aşağı olan bir şey, Amerika kıt‘asına nazaran yukarı oluyor. Demek, merkezden sath-ı arz tarafına gelen maddelerin, sath-ı arzda olanlara göre vaz‘iyeti değişir. Kur’ân-ı Mu‘ci-zü’l-Beyân, i‘câz lisânıyla ifade ediyor ki: “Demirin o kadar çok menâfii ve o kadar geniş fevâidi vardır ki; insanın hânesi olan küre-i arzın mahzeninden çıkarılacak âdî bir madde değildir. Ve rast gele hâcette isti‘mâl edilmiş fıtrî bir ma‘den değildir. Belki Hâlik-ı Kâinât tarafından rahmet hazinesinden ve kâinâtın büyük tezgâhında izhâr edilmiş bir ni‘met olarak Rabbü’s-Semâvât-i Ve’l-Arz ünvanı haşmetiyle, küre-i arz sekenesinin hâcâtına medâr olmak için demiri inzâl etmiş, indirmiş” diye demirdeki umûmî menfaati ifade için, güya demirin semâdan gelen rahmet, harâret, ziyâ gibi öyle şumûllü fâideleri var ki; kâinât tezgâhından gönderiliyor. Küre-i arzın dar ambarından değil, belki kâinât sarayındaki büyük hazîne-i rahmetten izhâr edilerek gönderilip, küre-i arzın ambarında yerleştirilmiş. O ambardan asırların ihtiyâcına nisbeten parça parça ihrâc ediliyor.

Kur’ân-ı Azîmüşşân, bu küçük ambardaki parça parça çıkarılan demiri, yalnız sarfetmek ma‘nâsını ifade etmek istemiyor. Belki hazîne-i kübrâdan o ni‘met-i azîmeyi küre-i arz ile beraber indirdiğini ifade etmek için; yani, bu küre-i arz hânesine en lâzım olan şey demirdir ki; Hâlik-ı Zülcelâl, güya küre-i arzı güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber inzâl etmiş ve ekserî ihtiyâc-ı beşer onunla te’mîn edilmiştir. Kur’ân-ı Hakîm, “Bu demirle işlerinizi görünüz ve onu çıkarmaya çalışarak istifâde ediniz” diye mu‘cizâne ferman ediyor. Bu âyette hem def‘-i a‘dâya, hem celb-i menâfia medâr iki ni‘met beyân ediyor. Nüzûl-ü Kur’ândan evvel demirle ehemmiyetli menâfi‘-i beşeriye te’mîn edildiği görülmüş. Fakat istikbâlde demirin gāyet hârika ve muhayyirü’l-ukūl bir sûrette, denizde, havada, karada gezerek küre-i arzı musahhar edip, mevt-âlûd bir hârika kuvveti gösterdiğini ifade için, ف۪يهِ بَاْسٌ شَد۪يدٌ kelimesiyle, ihbâr-ı gaybî nev‘inden bir lem‘a-i i‘câz gösteriyor.

Sayfa 297

Geçen nükteden bahsederken Hüdhüd-ü Süleymânîden bahis açıldı. Israrcı ve suâlci bir kardeşimiz, (Hâşiye) Hüdhüd’ün, Cenâb-ı Hakk’ı tavsîfte يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ demesiyle, en mühim makamda, mühim evsâf-ı İlâhiye içinde, nisbeten hafif olan bu vasfın zikrine sebeb nedir?

Elcevab: Belîğ bir kelâmın bir meziyeti şudur ki; söyleyenin ziyâde meşgul olduğu san‘atını ve meşgalesini ihsâs ettirsin. Hüdhüd-ü Süleymânî ise, suyu az olan sahrâ-yı Cezîretü’l-Arab’da gizli su yerlerini ferâsetleriyle, kerâmetvârî keşfeden bedevî arîfleri gibi, hayvanât ve tuyûrun arîfi olarak Süleyman Aleyhisselâm’a küngânlık eden ve su buldurup çıkarttıran mübârek vazîfedâr bir kuş olmakla, kendi san‘atının mikyâsçığıyla Cenâb-ı Hakk’ın, semâvât ve arzdaki mahfiyâtı çıkarmakla ma‘bûdiyetini ve mescûdiyetini isbat ettiğini, kendi san‘atçığıyla bilip ifade ediyor.

Evet, Hüdhüd pek güzel görmüş. Çünkü, toprak altındaki had ve hesaba gelmeyen tohumların ve çekirdeklerin ve ma‘denlerin muktezâ-yı fıtrîsi, aşağıdan yukarıya çıkmak değildir. Çünkü ecsâm-ı sakîliye, ihtiyârsız ve ruhsuz oldukları için, kendileri yukarıya çıkamazlar. Yukarıdan kendi kendilerine aşağı düşebilirler. Aşağıda, hususan toprağın sıkleti altında gizlenen bir cism-i câmidin, omuzundaki ağır yükü silkip çıkması, kat‘iyen kendi kendine olamaz. Demek bir kudret-i hârika ile çıkarılıyor. İşte Hüdhüd, berâhîn-i ma‘bûdiyet ve mescûdiyetin en gizlisini ve en mühimmini kendi arîfliğiyle bilmiş ve bulmuş; Kur’ân-ı Hakîm onun hakkındaki ifadesine bir i‘câz vermiştir.

Saîdü’n-Nûrsî

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ ف۪ي بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ ف۪ي ظُلُمَاتٍ ثَلٰثٍ âyeti, وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ âyetinde beyân ettiğimiz nüktenin aynını tazammun edip, hem onu te’yîd ediyor, hem onunla teeyyüd ediyor. Evet Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân, Sûre-i Zümer’de وَخَلَقَ لَكُمْ مِنَ الْاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ demeyip

Hâşiye: Bu kardeşimiz, suâl sormakta çalışkan, yazı yazmakta tenbellik eden Re’fet’tir.

Sayfa 298

وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ demesiyle ifade ediyor ki, “Sekiz nevi‘ hayvânât-ı mübâreke, sizlere hazîne-i rahmetinden, güya cennetten ni‘met olarak indirilmiş, gönderilmiştir.” Çünkü o mübârek hayvanlar, bütün cihetleriyle bütün beşere ni‘met olduğundan; tüyünden bedevîlere seyyâr hâneler, elbiseler; etinden güzel yemekler, sütünden güzel, lezîz taâmlar, derilerinden pabuçlar ve sâire; hatta gübreleri, mezrûâtın erzâkı ve insanların mahrûkātı hükmünde olup, güya o mübârek hayvanlar, tecessüm etmiş ayn-ı ni‘met ve rahmet olmuşlar.

Onun içindir ki, yağmura “rahmet” nâmı verildiği gibi, bu mübârek hayvanlara da “en‘âm” nâmı verilmiş. Güya rahmet tecessüm etmiş, yağmur olmuş. Ni‘met de tecessüm etmiş; keçi, koyun, öküz ile manda ve deve şekillerini almış. Çendân cismânî maddeleri, yerde halk olunuyor. Fakat ni‘metiyet sıfatı ve rahmetiyet ma‘nâsı, maddesine tamamıyla galebe ettiğinden, اَنْزَلْنَا ta‘bîriyle, doğrudan doğruya bu mübârek hayvanları hazîne-i rahmetin birer hediyesi olarak, Hâlik-ı Rahîm, yüksek mertebe-i rahmetinden ve ma‘nevî âlî cennetinden yeryüzüne indirmiş. Evet, nasıl ki; bazen beş paralık bir maddede, beş liralık bir san‘at derc edilir. O zaman o şeyin maddesi nazara alınmaz; o şeye san‘at noktasında kıymet verilir; sineğin küçücük maddesi ve içindeki pek büyük san‘at-ı Rabbâniye gibi. Bazen de, beş liralık bir maddede beş kuruşluk bir san‘at bulunur; o vakit hüküm maddenindir. Aynen onun gibi, bazen cismânî bir maddede o kadar ni‘met ve rahmet ma‘nâsı bulunur ki; yüz def‘a maddesinden ziyâde ehemmiyetli olur. Âdetâ cismânî maddesi gizlenir. Hüküm, ni‘metiyet cihetine bakar. İşte, demirin pek azîm menâfii ve çok semereleri, onun maddesini gizlediği gibi, mezkûr bu mübârek hayvanların dahi her cüz’ünde ni‘met bulunması, onların cismânî maddelerini güya ni‘mete kalbettirmiş. Onun içindir ki, cismânî maddelerin hükmü nazara alınmadan ma‘nevî sıfatları nazara alınmış, وَاَنْزَلْنَا ٭ وَاَنْزَلَ ta‘bîr edilmiştir.

Evet, وَاَنْزَلْنَا ٭ وَاَنْزَلَ hakîkat i‘tibâriyle sâbık nükteyi ifade ettikleri gibi, belâgat noktasında da ehemmiyetli bir ma‘nâyı mu‘cizâne ifade ediyorlar. Şöyle ki, demir, gāyet sert fıtratıyla; ve gizliliği ve derinliğiyle beraber, her yerde hazır bulunması ve hamur gibi yumuşatılmak hâsiyeti ihsân edildiğinden, herkesin her yerde, her işte

Sayfa 299

kolayca elde etmesini ifade etmek için, اَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ta‘bîriyle, güya fıtrî ve semâvî ni‘metler gibi, demir âletleri yukarı bir tezgâhtan indirilip beşerin ellerine verilmiş gibi, kolaylıkla elde ediliyor. Hem hayvanât cinsinden, sivrisinekten tut, tâ yılan, akreb, kurt ve arslana kadar insanlara zararlı vaz‘iyetleriyle beraber, hayvanâtın mühimlerinden olan koca manda ve öküz ve deve gibi büyük mahlûkātın gāyet derecede musahhar ve mutî‘, hatta zayıf bir çocuğa devenin yularını verip itâat etmesi ma‘nâsını ifade etmek için, وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ ta‘bîriyle, güya “Bu mübârek hayvanlar, dünya hayvanları değiller ki, içlerinde tevahhuş ve zarar bulunsun. Belki ma‘nevî bir cennetin hayvanları gibi menfaatdârdırlar, zararsızdırlar. Onun için yukarıdan, yani rahmet hazinesinden indirilmiştir” diye ifade ediyor. Muhtemeldir ki, bazı müfessirlerin bu hayvanlar hakkında “Cennetten indirilmiş” dedikleri, bu ma‘nâdan ileri gelmiştir. (Hâşiye-1)

Kur’ân-ı Hakîm’in bir harfi için bir sahîfe yazılsa, uzun olmuş denilmemeli. Çünkü kelâmullâhtır. Onun için اَنْزَلَ ta‘bîrinin tefsîrine iki üç sahîfe yazılmakla israf edilmiş olmaz. Bazen Kur’ân’ın bir harfi, bir hazîne-i ma‘neviyenin bir anahtarı olur.

Saîdü’n-Nûrsî

Hâşiye-1: Bazı müfessirlerin “Bu hayvanların mebde’leri semâvâttan gelmiş” demelerinden muradları şudur ki; bu en‘âm denilen hayvanların bekāları rızık iledir. Rızıkları ottur; otların rızkı da yağmurdur. Yağmur ise, âb-ı hayattır ve rahmettir ve rızık da semâvâttan gelir. وَفِي السَّمَٓاءِ رِزْقُكُمْ âyeti buna da işaret eder. Madem o hayvanların devam eden müteceddid vücûdları semâvâttan gelen yağmur içindedir; “semâdan indirilmiş” ma‘nâsını ifade eden اَنْزَلَ ta‘bîri yerindedir. (Hâşiye-2)

Hâşiye-2: Yâ Üstâd! Mâşâallâh, bârekallâh! Allah senden ebediyen râzı olsun. Şu ta‘bîrâtlar, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın bir aynası olan Risâle-i Nûr’a aksetmiş. Risâle-i Nûr ise, hususî rahmet ve hususî inâyete mazhar olmuş.

Sayfa 300

Eskişehir Tevkîfhânesinde Risâle-i Nûr Şâkirdlerine Yazılan Fıkralardır

Hakîkatli bir teselli

Azîz kardeşlerim! Sizin için pek çok müteessirdim. Elem beni eziyordu. Fakat bana ihtâr edildi ki: “Kader ve kısmetinizde, beraberlikte bu hapishânenin suyunu içmek ve ekmeğini yemek vardı.” Bir eser-i rahmet-i İlâhiye ve bir cilve-i inâyet-iRabbâniye olarak bu suyu ve bu ekmeği beraber yememizin ve içmemizin en kolay yeri olan bu hapishâneyi, en hafifive en hayırlısı ve sevablısı; ve Risâle-i Nûr şâkirdlerinin en menfaatli bir dershâneleri; ve en feyizli bir çilehâneleri; ve düşmanlarına karşı, ne derece ihtiyâtlı davranmak lâzım geldiğini ta‘lîm eden en hassâs bir imtihân meydanı; ve herbirinde ayrı ayrı güzel meziyetleri bulunan bu arkadaşların, birbirinin âlî meziyetlerinden ve güzel hasletlerinden ve birbiriyle te’sîs ve tecdîd-i uhuvvetlerinden istifâde etmek ve ders almak için en nûrlu bir hâne, bir tekke suretinde gördüğümden, bu vaz‘iyetten değil şekvâ, belki ruhumla şükrettim. Evet, mesleğimiz şükürdür ve her şeyde bir vech-i rahmeti ve bir cihet-i ni‘meti görmektir.

Umumunuzun elemleriyle müteellim kardeşiniz Saîdü’n-Nûrsî

Bir Düstûr

Risâle-i Nûr talebeleri, Risâle-i Nûr’un dâiresi hâricinde nûr aramamalı ve aramaz. Eğer ararsa, Risâle-i Nûr’un penceresinden ışık veren ma‘nevî güneşe bedel, bir lâmbayı bulur, belki güneşi kaybeder. Hem Risâle-i Nûr’un dâiresindeki hâlis ve pek kuvvetli; ve herbir ferdine çok ruhları kazandıran; ve Sahâbenin sırr-ı verâset-i nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkârânesini gösteren meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet ise, hâriç dâirelerde olan o pedere ve o mürşide, üç cihetle zarar vermek sûretiyle, bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz. Bir tek peder yerine, pek çok ağabeyleri buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddid şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir.

Dâireye girmeden evvel bulduğu şeyhini dâireye girdikten sonra da her ferd, o şeyhini ve o mürşidini, dâirede dahi muhâfaza edebilir. Fakat şeyhi olmayanlar, dâireye girdikten sonra, ancak dâire içinde mürşid arayabilir. Hem Risâle-i Nûr’unvelâyet-i kübrâ olan ve sırr-ı verâset-i nübüvvet feyzini veren ders-i hakāik dâiresindeki ilm-i hakîkat dahi, dâire hâricindeki

Sayfa 301

tarîkatlere ihtiyaç bırakmaz. Meğer tarîkati yanlış anlasın. Yani güzel rüyalara ve hülyalara ve nûrlara ve zevklere mübtelâ; ve âhiret fazîletinden ayrı olan dünyevî ve hevesî zevkleri arzulayan; ve merciiyet makamını isteyen nefisperestler ola! Bu dünya dâru’l-hizmettir, dâru’l-mükâfât değildir. Ücret, külfet ve meşakkat ile ölçülür. Onun içindir ki ehl-i hakîkat, keşif ve kerâmetlerdeki ezvâk ve envâra ehemmiyet vermiyorlar. Belki bazen kaçıyorlar, setrini istiyorlar.

Hem Risâle-i Nûr’un dâiresi çok geniştir, şâkirdleri pek çoktur. Hârice kaçanları aramazlar, ehemmiyet vermezler. Belki daha içlerine almazlar. Her insanda bir kalb var. Bir kalb ise, hem dâirede, hem hâriçte olamaz.

Hem hâriçteki irşâda hevesli zâtlar, Risâle-i Nûr’un şâkirdleriyle meşgul olmamalı. Çünkü kendileri üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takvâ dâiresindeki talebeler irşâda muhtaç olmadıkları gibi, hâriçte kesretli namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak, irşâd değildir. Eğer bu şâkirdleri severse, evvelen dâire içine girsin. O şâkirdlere peder değil, belki kardeş olsun. Fazîleti varsa, ağabeyleri olsun. Hem bu hâdisede göründü ki; Risâle-i Nûr’a intisâbın çok ehemmiyeti var ve çok pahalıya düştü. Ve buna bu fiyatı veren ve o yolda bütün âlem-i İslâm nâmına dinsizliğe karşı mücâhid vaz‘iyetini alan aklı başında bir adam, o elmas gibi mesleğini terkedip, başka mesleklere giremez.

Saîdü’n-Nûrsî

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

Kardeşlerim! Müteaddid def‘alar Risâle-i Nûr’un şâkirdlerini lâyık oldukları tarzda müdâfaa etmişim. İnşâallâh mahkemede bağırarak diyeceğim. Hem Risâle-i Nûr’u, hem şâkirdlerinin kıymetlerini dünyaya işittireceğim. Yalnız size bunu ihtâr ediyorum ki, bu müdâfaamdaki kıymeti muhâfaza etmenin şartı, bu hâdisedeki ağız yanmasıyla Risâle-i Nûr’dan küsmemek ve üstâdından darılmamak ve kardeşlerinden sıkıntıdan gelen bahanelerle nefret etmemek ve birbirine kusur bulmamak ve isnâd etmemektir. Yalnız bu hakîkati tahattur ediniz ki; Risâle-i Kader’de isbat ettiğimiz gibi, başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm var; biri insanın, diğeri kader-i İlâhînin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adâlet eder. Bu mes’elemizde insanın zulmünden ziyâde, kaderin adâletini ve hikmet-i İlâhiyenin sırrını düşünmeliyiz. Evet kader, Risâle-i Nûr talebelerini bu meclise çağırdı. Ve mücâhede-i ma‘neviyenin inkişâf etmesinin hikmeti,

Sayfa 302

onları hakîkaten bu çok sıkıntılı olan medrese-i Yûsufiyeye sevk etti. İnsan zulmü bir bahane ve bir vesîle oldu. Onun için sakınınız! Birbirinize “Böyle yapmasa idin, ben tevkîf olmazdım” demeyiniz!

Saîdü’n-Nûrsî

Bu parça, mahkeme müdâfaâtının bir parçasıdır. Her nasılsa buraya girmiş, çıkarılmamış, kalmış.

Mahkemenin reisi ve a‘zâlarından, ehemmiyetli bir hakkımı taleb ederim. Şöyle ki, bu mes’elede yalnız benim şahsım medâr-ı bahis değil ki; siz beni tebrie etmekle ve hakîkat-i hâle muttali‘ olmanızla halledilmiş olsun. Çünkü ehl-i ilim ve ehl-i takvânın şahs-ı ma‘nevîsi, bu mes’elede nazar-ı millette ithâm altına girdiği için; ve hükûmete dahi ehl-i takvâ ve ilme karşı bir emniyetsizlik geldiği için; ve ehl-i takvâ ve ehl-i ilim tehlikeli ve zararlı teşebbüslerden nasıl sakınacağını bilmesi lâzım olduğundan, benim müdâfaâtımın kendim kaleme aldığım bu son kısmının, herhalde yeni hurûfla, matbaa vâsıtasıyla intişârını istiyorum. Tâ ki ehl-i takvâ ve ehl-i ilim, entrikalara kapılmayıp, zararlı ve tehlikeli teşebbüslere yanaşmasınlar; ve şahs-ı ma‘nevîleri nazar-ı millette ittihâmdan kurtulsun. Ve hükûmet dahi, ehl-i ilim hakkında emniyet etsinve bu anlaşılmamazlık ortadan kalksın. Hükûmete ve millete ve vatana pek çok zararlı düşen bu gibi hâdiseler ve anlaşılmamazlıklar daha tekerrür etmesin

Saîdü’n-Nûrsî

Azîz kardeşlerim! Gücenmemek şartıyla bu def‘a takdîrkârâne değil, belki tenkîdkârâne iki küçük mes’eleyi beyân edeceğim.

Birincisi: Ben sizleri ve Risâle-i Nûr’u müdâfaa için çok da‘vâlarda bulundum. O da‘vâlardaki şâhidlerimin birinci sınıfı sizlerdiniz. Hâlbuki inkârınızla hem beni şâhidsiz bıraktınız, hem de hakkımdaki ithâmı takviye ettiniz. Çünkü sizin kaçmanız ve inkârınız, “Demek bir şey var ki, bunlar yanaşmıyorlar” diye bir fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebrienize çalıştım, sizden çoluk ve çocukları olmayan kısmı, beni yalnız bırakmamak için merdâne yanaşmak lâzımdı. Fakat iş işten geçti. Yeniden yanaşmaya lüzûm kalmadı.

İkinci mes’ele: Seciye-i âliye-i Sahâbeyi ve meşreb-i nûrânî-i Peygamberîy (asm) beyân eden Risâle-i Nûr’un dâiresindeki

Sayfa 303

feyze kanâat etmeyip, bir kısım kardeşlerimiz, tarîkat hevesiyle Üstâdının ve kardeşlerinin şahs-ı ma‘nevîsinin rızâsını ve iznini almadan, başka yerde, o hevesle hem kendine fâidesi olmayarak, hem bizlere, hem Risâle-i Nûr’a, hem musibetzede arkadaşlarımıza ve Risâle-i Nûr’a girmeyen rufekāmıza zarar verecek ve müteaddid def‘alar dikkatle bizi tecessüs eden adamların nazar-ı dikkatini celbe medâr olacak bir heveste bulundular.

Ben isem; herbirinizi yüz hemşehrime değiştirmediğimi, resmen mahkemede iddiâ ettim. Ve beni ziyaret edenlere karşı iddiâ etmişim ki; Risâle-i Nûr talebesinin en küçüğünü, hâriç bir velîden daha ehemmiyetli gördüğümü; ve Kuleönülü Ali ve Lütfü gibi genç ve hâlis Risâle-i Nûr talebelerini, hâriçteki büyükçe bir velîye tercîh ettiğimi çok emârelerle benden anladığınız halde, nasıl oluyor ki menfaatsiz ve belki zararlı bir heves yolunda arkadaşlarının şahs-ı ma‘nevîsinin ma‘lûm ve âlî makamını ve Üstâdınızın müsellem size karşı hayırhâhlığını düşünmeyip, hâriçte makamı sizce meçhûl, hem o bîçâreye zararlı bir sûrette şeyhlik damarını tahrîk etmek sûretinde sohbet etmek, muvâfık değildir.

Bu tenkîd hâşâ, umumunuza ve ekserînize âit değildir. Yalnız bir iki üç zâtın kusurlarına değil, kalblerinin fazla safvetinden, tarîkate ziyâde heveslerine âittir. Hem Isparta’nın en zayıf damarı, sebeb-i ithâmımız olan tarîkati en kuvvetli sebeb göstermeleri, zannederim bu ma‘nâsız tarîkat hevesi sebebiyet vermiştir. Burada bu tevkîfimizin en kuvvetli sebebi, bu bazı safdillerin hevesinden ve benimle de münâsebetlerine tarîkat süsü verdiklerinden olduğunu tahmîn ediyorum. Pek çok ricâ ediyorum. Benim bu tenkîdimden gücenmeyiniz.

Saîdü’n-Nûrsî

Kardeşlerim! Risâle-i Nûr’un müdâfaa ve muhâfazasından herkes çekilse, hatta ben de çekilsem, beş kardeşimizin çekilmemeleri gerektir. Bu arkadaşlarımız; Hüseyin Usta, Halil İbrahim, Re’fet Bey, Husrev, Hakkı Efendilerdir. Üç evvelkilerin ihtiyârsız ihtiyâtsızlığı, diğer ikisinin de zâhirî düşmanlarının şahsî garazları yüzünden, Risâle-i Nûr’a çok fazla zarar yapılmak istenilmesine göre, Risâle-i Nûr ehemmiyetli bir sûrette iştihâr ve intişâr etmesi gibi bir ni‘met-i uzmâyı netice vermese idi, bu kadar mağdur ve ma‘sûm Risâle-i Nûr şâkirdlerinin teellümâtına sebebiyet verdiklerinden dolayı bu kardeşlerimizin ruhları pek çok sıkılacaktı. İşte herkesten ziyâde bu beş kardeşimizin ihtiyât edip yek vücûd bulunmaları lâzımdır.

Saîdü’n-Nûrsî

Sayfa 304

Kardeşlerim! Kalbime ihtâr edildi ki; nasıl ki Mesnevî-i Şerîf, şems-i Kur’âniyeden tezâhür eden yedi hakîkatten bir hakîkatin aynası olmuş, kudsî bir şerâfet almış. Mevlevîlerden başka, daha çok ehl-i kalbin lâyemût bir mürşidi olmuş. Öyle de Risâle-i Nûr, şems-i Kur’âniyenin ziyâsındaki elvân-ı seb‘ayı ve o güneşteki renk renk ve çeşit çeşit yedi nûru birden aynasında temessül ettirdiğinden, inşâallâh yedi cihetle şerîf ve kudsî; ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakîkate bâkî bir rehber ve lâyemût bir mürşid olacak.

Saîdü’n-Nûrsî

Kardeşlerim! Hafîz-i Zülcelâl’in hıfz ve himâyesine bakınız ki; mes’elemiz münâsebetiyle, Risâle-i Nûr’un risâleleri adedine muvâfık olarak, yüz yirmi küsûr adamın mahrem evrâklarıyla istintâkta oldukları halde, ecnebîlerin entrikaları ile ve muhâlif komitecilerin dolapları ile ve mevcûd ve müteaddid cem‘iyetlerin hiçbiriyle, Risâle-i Nûr’un hiçbir şâkirdinin münâsebetdârlığını gösterecek hiçbir şey bulunmaması, gāyet zâhir ve parlak bir himâye-i Rabbâniye ve bir muhâfaza-i İlâhiyedir. Ve İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh’ın ve Gavs-ı A‘zam’ın, Risâle-i Nûr’a âit kerâmet-i gaybiyelerini cidden te’yîd eden bir inâyet-i Rahmâniyedir. Kırkikilik bir top güllesini, kırkiki ma‘sûm ve mazlum kardeşlerimizin dergâh-ı İlâhîye açılan elleriyle durdurup, geri çevirdi ve atanların başlarında ma‘nen patlattırdı. Bizlere zararı, yalnız ehemmiyetsiz ve sevablı, hafif birkaç yara bereden başka olmadı. Böyle bir seneden beri doldurulan bir topdan, böyle pek az bir zararla kurtulmak hârikadır. Böyle pek büyük bir ni‘mete karşı, şükür ve sürûrla ve sevinçle mukābele etmek gerektir. Bundan sonraki hayatımız bize âit olamaz. Çünkü müfsidlerin planına göre, yüzde yüz mahvedilecektik. Demek bundan sonraki bu hayatı kendimize değil, belki hak ve hakîkate vakfetmeliyiz. Şekvâ değil, belki dâimâ şükürettirecek, her şeyde rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.

Saîdü’n-Nûrsî

Kardeşlerimden ricâ ediyorum ki, sıkıntıdan veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desîselerine kapılmaktan veya şuûrsuzluktan, arkadaşlardan sudûr eden fenâ ve çirkin sözlerle birbirinize küsmeyiniz ve “Haysiyetime dokundu!” demeyiniz. Ben o fenâ sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mâbeynindeki muhabbete ve samîmiyete fedâ ederim.

Saîdü’n-Nûrsî

Sayfa 305

Kardeşlerim! Maatteessüf başımıza gelen bu şefkat tokadını, iki üç gündür kat‘î bir kanâatle anladım. Hatta, ehl-i isyân hakkında gelen bir âyetin çok işârâtından bir işareti bize bakıyor gibi fehmettim. O âyet de şudur, فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُٓوا بِه۪... اَخَذْنَاهُمْ yani, “Onlara ihtâr ettiğimiz ders ve nasîhati, unuttukları ve amel etmedikleri vakit... onları tutup musibet altına aldık.”

Evet, en âhirde sırr-ı ihlâsa dâir bir risâle bize yazdırıldı. Elhak, gāyet âlî ve nûrânî bir düstûr-u uhuvvet idi. Ve on binler kuvvetle ancak mukābele edilebilir hâdiselere ve musibetlere karşı, o sırr-ı ihlâs ile on adamla mukāvemet ettirilebilir bir düstûr-u kudsî idi. Fakat, maatteessüf başta ben ve biz, o ihtâr-ı ma‘nevî ile amel edemedik. Bu âyetin ma‘nâ-yı işârîsiyle اَخَذْنَا cifir târihiyle, bin üçyüz elli iki eder, aynı târihiyle tutturulduk. Bir kısmımız şefkat tokadına giriftâr olduk. Bir kısmımız hakkında tokat değil, belki tokada ma‘rûz olan kardeşlerimize medâr-ı teselli ve kendilerine medâr-ı sevâb ve istifâde olmak için bu musibetin içine alındı.

Evet, ihtilâttan men‘ olunduğum üç aydan beri ben kardeşlerimin dâhilî ahvâline muttali‘ olamadım, yeniden üç gündür muttali‘ oluyorum. Hiç hâtır ve hayâlime gelmezdi. En hâlis zannettiğim kardeşlerimde, sırr-ı ihlâsa münâfî hareket vukūa gelmiş. Ondan anladım ki, فَلَمَّانَسُوامَا ذُكِّرُٓوا بِه۪... اَخَذْنَاهُمْ âyetinin bir ma‘nâ-yı işârîsi uzaktan uzağa bize bakıyor. Ehl-i dalâlet için nâzil olan bu âyet, onlara azabdır. Fakat bizim için terbiye-i nüfûs ve keffâretü’z-zünûb ve tezyîd-i derecât için şefkat tokadıdır.

Biz elimizdeki kıymetdar ni‘met-i İlâhiyeyi tam takdîr etmediğimizden tokat yediğimize bir delil şudur ki; en kudsî bir mücâhede-i ma‘neviyeyi tazammun eden ve sırr-ı verâset-i nübüvvetle velâyet-i kübrânın feyzine mazhar ve Sahâbenin sırr-ı meşrebine medâr olan Risâle-i Nûr ile hizmet-i kudsiye-i Kur’âniyemize kanâat etmeyip, menfaati şimdilik bize pek az ve bu vaz‘iyetimize mühim zararı muhtemel tarîkat hevesinin birkaç def‘a şiddetle ihtârımla önü alınmasıdır.

Yoksa, hem vahdetimizi bozacaktı, hem dört elifin tesânüdüyle bin yüz on bir kıymetinden, dört kıymetine tenzîl eden teşettüt-ü efkâr, bu gāyet ağır hâdiseye karşı, kuvvetimizi hiçe indiren tenâfür-ü kulûba uğratacaktı.

Sayfa 306

Gülistan sâhibi Şeyh Sa‘dî-i Şîrâzî naklediyor ve diyor ki: “Ben bir ehl-i kalbi tekkede, seyr ü sülûk ile meşgul iken görmüştüm. Birkaç gün sonra onu talebeler içinde, medresede gördüm. ‘Ne için o feyizli tekkeyi terkedip, bu medreseye geldin?’ dedim. O dedi ki: ‘Orada herkes yalnız kendi nefsini, eğer muvaffak olursa kurtarabilir. Burada ise, bu âlîhimmet şahıslar kendileriyle beraber çoklarını kurtarmaya çalışıyorlar. Ulüvv-ü cenâblık ve ulüvv-ü himmetlik, bunlardadır. Fazîlet ve himmet bunlardadır. Onun için buraya geldim.’ ” Şeyh Sa‘dî bu vâkıayı, kısaca hulâsasını Gülistan’ında yazmıştır.

Acaba, talebelerin, نَصَرَ، نَصَرُوا، نَصَرَتْ gibi sarf ve nahvin küçücük mes’eleleri tekkelerdeki virdlere râcih gelirse, Risâle-i Nûr, اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ deki hakāik-i kudsiye-i îmâniyeyi en kat‘î ve vâzıh bir sûrette ders verip, en muannid zındıkları ve en mütemerrid feylesofları sustururken, onu bırakıp yahud sekteye uğratıp veyahud kanâat etmeyip, tarîkat hevesiyle Risâle-i Nûr’dan izin almayarak, kapanmış hangâhlara girmek, ne derece yanlış olduğunu ve bizim bu şefkat tokadına ne derece istihkāk kesb ettiğimizi gösteriyor.

Saîdü’n-Nûrsî

Tenbîh: İki Küçük Hikâye

Birincisi: Bundan on beş sene evvel, Rusya’nın şimâlinde esîr olduğum zaman, doksan esîr zâbitlerimizle beraber büyük bir fabrika koğuşunda bulunuyorduk. Sıkıntıdan ve ruh darlığından çok münâkaşalar, gürültüler oluyordu. Umumunun bana karşı ziyâde hürmetleri olduğundan teskîn ediyordum. Sonra, sükûneti muhâfaza için dört beş zâbiti tâ‘yîn ettim. Ve dedim: “Hangi köşede bir gürültü işittiniz, hemen yetişiniz. Hangi taraf haksız ise, ona yardım ediniz!” Hakîkaten bu tedbîrle gürültünün önü alındı. Benden soruldu: “Ne için haksıza yardım ediniz, diyorsun?” Cevâben o zaman demiştim ki: “Haksız insâfsızdır. Bir dirhem menfaatini, istirâhat-i umûmiyenin kırk dirhem menfaati için bırakmaz. Haklı adam ise insâflı olur. Bir dirhem hakkını, sükûnet-i umûmiyedeki arkadaşının kırk dirhem menfaatine fedâ eder, bırakır. Gürültü kalkar, sükûnet iâde edilir. Bu koğuştaki doksan zât istirahat eder.”

Sayfa 307

Eğer, haklıya muâvenet edilse, gürültü daha ziyâdeleşecek. Bu nevi‘ hayat-ı ictimâiyede, menfaat-i umûmiye ehemmiyeti nazara alınır. İşte ey kardeşlerim! Bu ictimâî hayatımızda, “Bu kardeşim bana haksızlık etti de küstüm!” demeyiniz. Bu pek hatâdır. O arkadaşın sana bir dirhem zarar vermiş ise, sen küsmekle bizlere kırk dirhem zarar veriyorsun. Belki Risâle-i Nûr’a kırk lira zarar vermek ihtimâli var. Fakat lillâhilhamd pek haklı ve kuvvetli müdâfaâtımız, arkadaşların mükerrer isticvâba gitmelerinin önünü aldığından, fesâdın önü alındı. Yoksa, birbirinden küsmüş kardeşler, bir sinek kanadı kadar küçük bir çöpün göze girmesi gibi veyahud bir kıvılcımın baruta düşmesi gibi, az bir garazla büyük bir zarar verebilirdi.

İkinci Hikâye: Bir vakit ihtiyâr bir kadının sekiz oğlu varmış. Herbirisine mevcûd sekiz ekmekten birer ekmek vermiş, kendisine kalmamış. Sonra, herbirisi ekmeğinin yarısını ona verdi, onun ekmeği dört oldu; ötekiler yarıya indi. İşte kardeşlerim, ben de kırkınızın herbirinin musibet hissesinin ma‘nevî eleminin yarısını kendimde hissediyorum. Kendi şahsıma âit elemi aldırmıyorum. Bir gün fazla muzdarib bulundum, acaba hatâmın cezâsı mıdır, çekiyorum diye, geçmiş hâleti tedkîk ettim. Gördüm ki, bu musibeti kaynatmaya ve tahrîk etmeye hiçbir cihette müdâhalem yoktur. Bil’akis kaçmak için mümkün olan tedbîrleri isti‘mâl ediyordum. Demek, bu bir kazâ-yı İlâhîdir. Ve bil’iltizâm bir seneden beri müfsidler tarafından aleyhimize ihzâr ediliyordu. Kaçınmak kābil değildi. Alâ küll-i hâl başımıza geçireceklerdi. Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükürler olsun ki, musibeti yüzden bire indirdi. İşte bu hakîkate binâen, “Senin yüzünden bu belâyı çektik!” diye minnet etmeyiniz. Belki, beni helâl ediniz. Ve bana duâ ediniz. Hem birbirinizi tenkîd etmeyiniz. Demeyiniz ki: “Sen böyle yapmasa idin, böyle olmayacaktı!” Meselâ bir kardeşimiz, iki üç imza sâhiblerini söylemesiyle, müfsidlerin pek çok zâtları belâya atmak için düşündükleri planı küçültüp, çoklarını kurtarmış. Değil zarar, belki büyük menfaat olmuş. Çok ma‘sûmların bu belâdan kurtulmasına bir vesîle oldu.

Saîdü’n-Nûrsî

Sayfa 308

Bu parça çok kıymetlidir. Tâ İkinci Nükte’ye kadar herkese fâidesi var.

Eskişehir Hapishânesi’nde sû’-i ahlâkdan değil, belki sıkıntıdan gelen bazı nâhoş hâller münâsebetiyle, ahlâka dâir bir nükte ile meşhur bir âyetin mestûr kalmış bir nüktesine dâirdir.

Birinci Nükte: Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adâletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfât; ve fenâlık içinde muaccel bir mücâzât dercetmiştir. Hasenâtın içinde, âhiretin sevabını andıracak ma‘nevî lezzetler; seyyiâtın içinde, âhiretin azabını ihsâs edecek ma‘nevî cezâlar dercetmiş. Meselâ, mü’minlerin mâbeyninde muhabbet, ehl-i îmân için güzel bir hasenedir. O hasene içinde, âhiretin maddî sevabını andıracak ma‘nevî bir lezzet, bir zevk, bir inşirâh-ı kalb derç edilmiştir. Herkes kalbine mürâcaat etse, bu zevki hisseder. Meselâ, mü’minlerin mâbeyninde husûmet ve adâvet, bir seyyiedir. O seyyie içinde kalb ve ruhu sıkıntılarla boğacak bir azâb-ı vicdânîyi, âlîcenâb ruhlara hissettirir. Ben kendim, belki yüz def‘adan fazla tecrübe etmişim ki; bir mü’min kardeşe adâvetim vaktinde, o adâvetten öyle bir azab çekiyordum ki, şübhe bırakmıyordu, bu seyyieme muaccel bir cezâdır, çektiriliyor.

Meselâ, hürmete lâyık zâtlara hürmet; ve merhamete lâyık olanlara merhamet ve hizmet bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevâb-ı uhrevîyi ihsâs eder derecede öyle bir zevk ve lezzet var ki; hayatını fedâ etmek derecesinde o hürmeti ve o merhameti ileri götürür. Vâlidenin çocuğuna merhametindeki şefkat vâsıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfât, hayatını o merhamet yolunda fedâ etmek derecesine gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvanât milletinde bu hakîkate bir misâldir. Demek, merhamet ve hürmette muaccel bir mükâfât var. Âlîhimmet ve âlîcenâb insanlar onları hissediyorlar ki, kahramanâne bir vaz‘iyet alıyorlar. Meselâ, hırs ve israfta öyle bir cezâ var ki; şekvâlı, meraklı, ma‘nevî ve kalbî bir cezâ insanı sersem eder. Ve hased ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki; o hased, hased edeni yakar. Hem tevekkül ve kanâatte öyle bir mükâfât var ki, o lezzetli muaccel sevab, fakr ve hâcetin belâsını ve elemini izâle eder. Hem meselâ, gurur ve kibirde öyle bir ağır yük var ki; mağrûr adam herkesten hürmet ister ve o istemesi sebebiyle istiskāl gördüğünden dâimâ azab çeker. Evet hürmet verilir, istenilmez.

Sayfa 309

Hem meselâ, tevâzu‘da ve terk-i enâniyette öyle lezzetli bir mükâfât var ki; ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır. Hem meselâ, sû’-i zan ve sû’-i te’vîlde, bu dünyada muaccel bir cezâ var. مَنْ دَقَّ دُقَّ kaidesiyle, sû’-i zan eden, sû’-i zanna ma‘rûz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını sû’-i te’vîl edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû’-i te’vîle uğrar, cezâsını çeker. Ve hâkezâ... Bütün ahlâk-ı hasene ve ahlâk-ı seyyie, bu mukāyeseye göre ölçülmeli. Ben rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim ki, Risâle-i Nûr’dan bu zamanda tezâhür eden ma‘nevî i‘câz-ı Kur’ânîyi zevkeden zâtlar, bu ma‘nevî ezvâkı hissederler. Sû’-i ahlâka mübtelâ olmayacaklar, inşâallâh.

İkinci Nükte: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ ٭ مَٓا اُر۪يدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَٓا اُر۪يدُ اَنْ يُطْعِمُونِ ٭ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ Şu âyet-i kerîmenin zâhir ma‘nâsı, çok tefsîrlerin beyânına göre yüksek ifâde-i i‘câz-ı Kur’ânîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’ân’ın feyzinden gelen gāyet güzel ve yüksek ma‘nâlarından üç vechini icmâlen beyân edeceğiz.

Birinci Vecih: Cenâb-ı Hak, Resûlüne âit olabilecek bazı hâlleri, Resûlünü tekrîmve teşrîf noktasında bazen kendine isnâd eder. İşte burada da, “Resûlüm, size vazîfe-i risâlet ve teblîğ-i ubûdiyet hizmetine mukābil, sizden bir ecir ve ücret ve mükâfât ve bir it‘âm istemez” ma‘nâsında, “Ben sizi ibâdet için halketmişim, bana rızık vermek ve beni it‘âm etmek için değil” meâlindeki âyet-i kerîme; Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a âit it‘âm ve irzâkı murad etmek gerektir. Yoksa, gāyet bedîhî bir ma‘lûmu i‘lâm kabîlinden olur, i‘câz-ı Kur’ân’ın belâgatine uygun gelmez.

İkinci Vecih: İnsan rızka çok mübtelâ olduğu için, rızka çalışmak bahanesini, ubûdiyete mâni‘ tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerîme diyor ki: “Sizler ubûdiyet için halk olunmuşsunuz. Sizin netice-i hilkatiniz ubûdiyettir. Rızka çalışmak ise, emr-i İlâhî noktasında bir nevi‘ ubûdiyettir. Benim mahlûkātımın ve rızıklarını deruhdeettiğim nefislerinizin ve ıyâlinizin ve hayvanâtınızın rızkını tedârik etmek, güya bana âittir. Sizler bana âit rızık ve it‘âmı ihzâr etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzâk benim. Sizin ve müteallikātınız olan ibâdımın rızkını, ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubûdiyeti terk etmeyiniz.” Eğer bu ma‘nâ olmazsa, Cenâb-ı Hakk’a rızık vermek ve onu it‘âm etmek muhâliyeti bedîhî ve ma‘lûm olduğundan, ma‘lûmu i‘lâm kabîlinden olur. İlm-i belâgatta bir kāide-i mukarreredir ki, bir kelâmın ma‘nâsı ma‘lûm

Sayfa 310

ve bedîhî ise, o ma‘nâ murad değil, o kelâmın bir lâzımı ve tâbii muraddır. Meselâ, sen birisine desen: “Sen hâfızsın.” O, ma‘lûmu i‘lâm kabîlinden olur. Demek maksûd ma‘nâsı budur ki: “Ben senin hâfız olduğunu biliyorum” demektir. Yani bildiğini bilmediği için, ona bildiriyor demektir. İşte bu kaideye binâen, şu âyet Cenâb-ı Hakk’a rızık vermeyi ve onu it‘âm etmeyi nefyetmekten kinâye olan ma‘nâ şudur: “Rızık vermek ve it‘âm etmek bana âit olup, sizler rızıklarını taahhüd ettiğim mahlûkātıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki sizin asıl vazîfeniz ubûdiyettir. Evâmirime göre rızka çabalamak da bir nevi‘ ibâdettir.”

Üçüncü Vecih: Sûre-i İhlâs’da nasıl ki لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ âyetinin zâhir ma‘nâsı, ma‘lûm ve bedîhî olduğundan, o ma‘nânın bir lâzımı muraddır. Yani, “Vâlid ve veledi bulunanlar, ilâh olamazlar” ma‘nâsında; ve Hazret-i Îs (as) ve Üzey (as) ve melâike ve nücûmların ve gayr-i hak ma‘bûdların ulûhiyetlerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî ma‘nâsında Cenâb-ı Hakk’a لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ âyeti, gāyet bedîhî ve ma‘lûm hükmettiği gibi, aynen onun gibi, bu misâlimizde de “Rızık ve it‘âm kābiliyeti olan eşyâ, ilâh ve ma‘bûd olamazlar” ma‘nâsında, “Ma‘bûdunuz olan Rezzâk-ı Zülcelâl sizden kendisine rızık istemez ve siz onu it‘âm için yaratılmamışsınız” meâlindeki; rızka muhtaç ve it‘âm edilen mevcûdât, ma‘bûdiyete lâyık değiller demektir.

Saîdü’n-Nûrsî

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ اَوْ هُمْ قَٓائِلُونَ

Re’fet, اَوْ هُمْ قَٓائِلُونَ âyet-i celîlesindeki قَٓائِلُونَ kelimesinin ma‘nâsını merak edip sorması münâsebetiyle; ve hapiste sabah namazından sonra sâirler gibi yatmasından gelen rehâvet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atâlete uğratmamak için yazılmıştır. Uyku üç nevi‘dir:

Birincisi: “Gaylûle” dir. Fecirden sonra, tâ vakt-i kerâhet bitinceye kadardır. Bu uyku, hadîsçe rızkın noksâniyetine ve bereketsizliğine sebebiyet verdiği için, hilâf-ı sünnettir. Çünkü, rızık için sa‘y etmenin ve rızkın mukaddemâtını ihzâr etmenin en münâsib zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehâvet ârız olur. O günkü sa‘ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sâbit olmuştur.

İkincisi: “Feylûle” dir ki; ikindi namazından sonra mağribe kadardır. Bu uyku ömrün noksâniyetine, yani uykudan

Sayfa 311

gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü, nevm-âlûd, yarı uyku hâlinde kısacık bir şekil aldığından maddî bir noksâniyet gösterdiği gibi, ma‘nevî cihetiyle de o gün hayatının maddî ve ma‘nevî neticesi ekseriyâ ikindiden sonra tezâhür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.

Üçüncüsü: “Kaylûle” dir ki; bu uyku sünnet-i seniyedir. Duhâ vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyâmına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Cezîretü’l-Arab’da “vaktüzzuhr” denilen şiddet-i harâret zamanında bir ta‘tîl-i eşgāl, âdet-i kavmiye ve muhîtiye olduğundan, o sünnet-i seniyeyi daha ziyâde kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü, hem rızkı tezyîde medârdır. Çünkü yarım saat kaylûle, iki saat gece uykusuna muâdil gelir. Demek ömrüne her günbir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine ölümün küçük kardeşi olan uykunun elinden bir buçuk saati kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor.

Saîdü’n-Nûrsî

اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ cümlesi,

Namaz tesbîhâtında okunurken inkişâf eden latîf bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım, fakat işârât nev‘inden bir iki cümlesini söyleyeceğim. Gördüm ki, gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayâlin fevkalâde inbisâtından ve mâhiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadârlığından, koca dünyayı, o gece bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler ki, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nûrlandıran tek şahsiyet-i ma‘neviye-i Muhammediyey (asm) hayâlen müşâhede ettim. Nasıl bir adam yeni bir menzile girdiği zaman, menzildeki zâtlara selâm ettiği gibi, ben de “Binler selâm sana Yâ Resûlallâh!” (Hâşiye)

Hâşiye: Zât-ı Ahmediye’y (asm) gelen rahmet, umum ümmetinin ebedî zamandaki ihtiyâcâtına bakıyor. Onun için gayr-i mütenâhî salât yerindedir. Acaba dünya gibi kocaman, büyük ve gafletle karanlıklı ve haşmetli ve hâlî bir hâneye birisi girse; ne kadar tedehhüş ve tevahhuş ve telâş eder. Ve birden o hâneyi tenvîr eden enîs ve mûnis, habîb ve mahbûb bir yâver-i ekrem, sadırda görünüp, o hânenin Mâlik-i Rahîm ve Kerîm’ini o hânenin her eşyâsıyla ta‘rîf edip tanıttırsa, ne kadar sevinç ve ünsiyet, sürûr ve ışık ve ferah verdiğini kıyâs ediniz. Ve Zât-ı Risâlet’e takdîm edilen salavâtın kıymetini ve lezzetini takdîr ediniz!

Sayfa 312

demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selâm ediyorum. Yani sana tecdîd-i bîat edip, me’muriyetini kabûl; ve getirdiğin kanunlarına itâat ve emirlerine teslîm; ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâm ile ifade edip, benim dünyamın eczâları ve zîşuûr mahlûkları olan umum cin ve insi konuşturup, her birerlerinin nâmına bir selâmı, mezkûr ma‘nâlarla takdîm ettim. Hem o getirdiğin nûr ve hediye ile benim bu dünyamı tenvîr ettiğin gibi, herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvîr ediyorsun, ni‘metlendiriyorsun diye, o hediyesine karşı şâkirâne bir mukābele nev‘inden “Binler salavât sana etsin!” dedim. Yani, senin bu iyiliğine karşı, biz mukābele edemiyoruz, belki Hâlik’ımızın hazîne-i rahmetinden gelen semâvât ehlinin adedince rahmetler sana gelmesini niyâz ile şükrânımızı izhâr ediyoruz, ma‘nâsını hayâlen hissettim.

O Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, ubûdiyeti cihetiyle halktan Hakk’a teveccüh ettiği için rahmet ma‘nâsındaki salâtı ister. Risâleti cihetiyle, Hak’tan halka elçi olduğu için selâm ister. Nasıl ki cin ve ins adedince selâma lâyık ve cin ve ins adedince umûmî tecdîd-i bîatı takdîm ediyoruz. Öyle de, semâvât ehli adedince, hazîne-i rahmetten herbirinin nâmına salâta lâyıktır. Çünkü getirdiği nûr ile, herbir şeyin kemâli görünür ve herbir mevcûdun kıymeti tezâhür eder ve herbir mahlûkun vazîfe-i Rabbâniyesi müşâhede olunur ve herbir masnû‘daki makāsıd-ı İlâhiye tecellî eder. Onun için herbir şey, lisân-ı hâl ile olduğu gibi, eğer lisân-ı kāli de olsa idi, اَلصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ diyecekleri kat‘î olduğundan, biz onların umumunun nâmına اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ بِعَدَدِ الْجِنِّ وَلْاِنْسِ وَبِعَدَدِ الْمَلَكِ وَالنُّجُومِ ma‘nen deriz: فَيَكْف۪يكَ اَنَّ اللّٰهَ صَلّٰي بِنَفْسِه۪ ٭ وَاَمْلَاكَهُ صَلَّتْ عَلَيْهِ وَسَلَّمَتْ

Saîdü’n-Nûrsî

Sayfa 313

Azîz Kardeşlerim!

Vahdetü’l-vücûda dâir bir parça îzâhât istiyorsunuz. Bu mes’eleye dâir Otuzbirinci Mektub’un Dokuzuncu Lem‘a’sında, Hazret-i Muhyiddîn’in bu mes’eledeki fikrine karşı, gāyet kuvvetli ve îzâhlı bir cevab vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki, bu mes’ele-i vahdetü’l-vücûdu şimdiki insanlara telkîn etmek, ciddî zarar verir. Nasıl ki teşbîhât ve temsîller, havâssın elinden avâmın eline geçse ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakîkat telakkî edilir. (Hâşiye) Öyle de vahdetü’l-vücûd mes’elesi gibi hakāik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbâb içine dalan avâmlara girse, tabiat telakkî edilir, üç mühim zarar verir.

Birincisi: Vahdetü’l-vücûdun meşrebi, Cenâb-ı Hak hesabına kâinâtı âdetâ inkâr etmek iken, avâma girdikçe, hususan gāfil avâmlara, hususan maddiyyûn fikriyle âlûde olan fikirlere girdikçe, kâinât ve maddiyât hesabına ulûhiyeti inkâr yoluna gider.

İkincisi: Vahdetü’l-vücûd meşrebi, mâsivâ-yı İlâhînin rubûbiyetini o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref‘ ediyor. Bu meşrebin, değil nüfûs-u emmârenin, belki herbir şeyin müstakil vücûdunu görmemek muktezâsı iken, bu zamanda fikr-i tabîatın istîlâsıyla ve gurur ve enâniyetin nefs-i emmâreyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlik’ı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfûs-u emmâre birer küçük firavun, âdetâ nefsini ma‘bûd ittihâz etmek isti‘dâdında bulunan insanlara vahdetü’l-vücûdu telkîn etmek, nefs-i emmâreyi - el-iyâzü billâh - öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz olur.

Üçüncüsü: Tagayyür ve tebeddül, tecezzî ve tahayyüzden mukaddes ve münezzeh, müberrâ ve muallâ olan Zât-ı Zülcelâl’in vücûb-u vücûduna ve takaddüs ve tenezzühüne muvâfık düşmeyen tasavvurâta sebebiyet verir ve telkînât-ı bâtılaya medâr olur. Evet vahdetü’l-vücûddan bahseden; fikren serâdan süreyyâya çıkarak, kâinâtı arkasında bırakıp nazarını arş-ı a‘lâya

Hâşiye: Nasıl ki, teşbîhin sırrı münâsebetiyle “Sevr ve Hût” tesmiye edilen iki melâike, avâmca koca bir öküz ve koca bir balık telakkî edilmişlerdir.

Sayfa 314

diken, istiğrâkî bir sûrette kâinâtı ma‘dûm sayıp, her şeyi doğrudan doğruya kuvvet-i îmân ile Vâhid-i Ehad’den görebilir. Yoksa, kâinâtın arkasında durup kâinâta bakan ve önünde esbâbı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbâb içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimâli var. Fikren arşa çıkan Celâleddîn-i Rûmî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonograflar gibi Cenâb-ı Hak’tan işitebilirsin.” Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcûdâtı ayna şeklinde göremeyen adama: “Kulak ver, herkesten kelâmullâhı işitirsin!” desen, ma‘nen arştan ferşe sukūt eder gibi, hilâf-ı hakîkat tasavvurât-ı bâtılaya giriftâr olur.

قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ ف۪ي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ ٭ مَا لِلتُّرَابِ وَلِرَبِّ الْاَرْبَابِ ٭ سُبْحَانَ مَنْ تَقَدَّسَ عَنِ الْاَشْبَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَتْ عَنْ مُشَابَهَةِ الْاَمْثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلٰي رُبُوبِيَّتِه۪ٓ اٰيَاتُهُ جَلَّ جَلَالُهُ وَلَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

Saîdü’n-Nûrsî

Bir suâle cevab: Mustafa Sabri ile Musa Begöf’ün efkârlarını muvâzene etmek için vaktim müsâid değildir. Yalnız bu kadar derim ki:

“Birisi ifrât etmiş, diğeri tefrît ediyor.” Mustafa Sabri, gerçi müdâfaâtında Musa Begöf’e nisbeten haklıdır. Fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu‘cizesi bulunan bir zâtı tezyîfte haksızdır. Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbûldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakāikte çok def‘a mîzânsız gittiğinden, kavâid-i ehl-i sünnete muhâlefet ediyor. Ve bazı kelâmları zâhiri, dalâlet ifade ediyor. Fakat kendisi dalâletten müberrâdır. Bazen kelâm küfür görünür, fakat sâhibi kâfir olmaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış. Kavâid-i ehl-i sünnete taassub cihetiyle bazı noktalarda tefrît etmiş. Musa Begöf ise, ziyâde teceddüde tarafdâr ve asrîliğe mümâşâtkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakāik-i İslâmiyeyi yanlış te’vîllerle tahrîf ediyor. Ebû’l-Alâ-i Maarrî gibi merdûd bir adamı, muhakkikînlerin fevkınde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin’in ehl-i sünnete muhâlefet eden mes’elelerine ziyâde tarafdârlığından, ziyâde ifrât ediyor. قَالَ مُحْيِي الدّ۪ينِ (تُحْرَمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلٰي مَنْ لَيْسَ مِنَّا) yani, “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet bu zamanda Muhyiddin’in kitaplarını okumak, hususan vahdetü’l-vücûda dâir mes’elelerini okumak, zararlıdır.

Saîdü’n-Nûrsî

Sayfa 315

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Nev‘-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endîşe-i istikbâl ve âkıbetbînlik adesesiyle, gāyet şa‘şaalı bir gece bayramında, hapishâne penceresinden bakarken, nazar-ı hayâlime inkişâf eden bir vaz‘iyeti beyân ediyorum.

Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaz‘i-yet-i hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbâlde mezaristan ehli olanların, müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Akla döndüm. Hakîkatten sordum: “Bu hayâl nedir?” Hakîkat dedi ki: “Elli sene sonra, bu kemâl-i neş’e ile gülen ve eğlenen zavallılardan, elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı ihtiyârlar gibi olacaklar. Kırk beşi de, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel sîmâlar ve o neş’eli gülmeler, zıdlarına inkılâb etmiş olacaklar.” كُلُّ اٰتٍ قَر۪يبٌ kaidesiyle, madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakîkattir. Elbette gördüğün hayâl değildir. Madem dünyanın gafletkârâne gülmeleri, böyle ağlanacak acı hâllerin perdesidir ve muvakkattir, zevâle ma‘rûzdur. Elbette bîçâre insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekāya meftun olan ruhunu güldürecek ve sevindirecek eğlenceler; meşrû‘ dâiresinde ve müteşekkirâne ve huzûrkârâne ve gafletsiz, ma‘sûmâne eğlencelerdir; ve sevab cihetiyle bâkî kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istîlâ edip, gayr-i meşrû‘ dâireye sapmamak için, rivâyetlerde zikrullâha ve şükre çok azîm tergîbât vardır. Tâ ki; bayramlarda o sevinç ve sürûr ni‘metlerini şükre çevirip, o ni‘meti idâme ettirsin ve ziyâdeleştirsin. Çünkü şükür, ni‘meti ziyâdeleştirir ve gafleti kaçırır,

Saîdü’n-Nûrsî

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يم Bu parçanın herkese fâidesi vardır

اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ âyetinin meâli: “Nefis dâimâ kötü şeylere sevkeder.” Hem اَعْدٰي عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّت۪ي بَيْنَ جَنْبَيْكَ hadîs-i şerîfinin ma‘nâsı: “Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” Bu hadîs-i şerîfin bir nüktesidir. Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez. Zâhirî sevse de, samîmî sevmez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Dâimâ kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Kusuru

Sayfa 316

nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdâfaa ve tebrie eyler. Mübâlağalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzîh ederek, âdetâ nefsini takdîs eder. Derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ âyetinin bir tokadını yer.

Nefsin temeddühü ve sevdirmesi ise, aksül’amel ile istiskāli celbeder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder. Riyâyı karıştırır. Âkıbeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hâzıraya mübtelâ olan hisse ve hevâ-yı nefse mağlûb olup, yolunu şaşırmış hissin fetvâsıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden, on sene cezâ görür. Âdetâ ders aldığı Amme cüz’ünü bir tek şekerlemeye satan hevâî bir çocuk gibi, elmas kıymetinde bulunan hasenâtını, hissini okşamak ve hevâsını memnun etmek ve hevesini tatmîn etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere ve enâniyetlere vesîle edip, kârlı işlerde hasâret eder.

اَللّٰهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَالْاِنْسَانِ

Saîdü’n-Nûrsî

Suâl: Kısa bir zamandaki küfre mukābil, hadsiz bir zaman cehennemde hapis kalmak nasıl adâlet olur?

Elcevab: Sene, üç yüz altmış beş gün hesabıyla, bir dakika katil, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapsi iktizâ etmesi, kānûn-u adâlet iken; bir dakika küfür, bin katil hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kānûn-u adâlet ile elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kānûn-u adâletiyle hapse müstehak olur. Elbette bu hakîkatin خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًا adâlet-i İlâhiye ile vech-i muvâfakati bundan anlaşılıyor. Birbirinden gāyet uzak iki adedin sırr-ı münâsebeti şudur ki, katil ve küfür, tahrîb ve tecâvüz olduğu için, gayra te’sîrât yapar. Bir dakikada katil, lâakal zâhirî âdete göre on beş sene maktûlün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-yı İlâhiyeyi inkâr ve nukūşlarını tezyîf ve kâinâtın hukukuna tecâvüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzîb ve şehâdetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyâde esfel-i sâfilîne atar, خَالِد۪ينَ de hapseder.

Saîdü’n-Nûrsî

Sayfa 317

Ma‘nîdâr Bir Tevâfuk-u Latîf

Risâle-i Nûr şâkirdlerini ithâm ettikleri ve cezâlarını istedikleri yüz altmış üçüncü madde, Risâle-i Nûr müellifinin medresesine yüz elli bin lira verilmesine dâir lâyihanın, iki yüz meb‘ûstan yüz altmış üç meb‘ûsun adedine tevâfuk edip, ma‘nen bu tevâfuk diyor ki: “Hükûmet-i cumhûriyenin yüz altmış üç meb‘ûsunun takdîrkâr imzaları, bu yüz altmış üçüncü madde-i kānûniyenin hükmünü, onlar hakkında ibtâl ediyor.”

Hem yine ma‘nîdâr tevâfukāt-ı latîfedendir ki; Risâle-i Nûr’un yüz yirmi sekiz parçası, yüz on beş parça kitap ediyor. Risâle-i Nûr’un şâkirdlerinin ve müellifinin mebde’-i tevkîfi olan 27/Nisan/1935 târihi ile, mahkemenin karar ve hüküm târihi olan 19/Ağustos/1935 târihi olduğundan, bu iki târih arasında geçen günler yüz on beş gün olup, Risâle-i Nûr kitapları adedine tevâfuk etmekle beraber, istintâk edilen ve suçlu gösterilen yüz on beş eşhâsın da adedine tam tamına tevâfuk etmesi gösteriyor ki, Risâle-i Nûr müellifinin ve şâkirdlerinin başlarına gelen musibet, bir dest-i inâyetle tanzîm ediliyor. (Hâşiye)

Hâşiye: Cây-ı dikkattir ki, Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir kısmının tevkîfleri 25/Nisan/1935 târihinde başlamış olup, karârnâmede suçlu gösterilen yüz on yedi kimse ise de, ikisinin ismi mükerrer olmasına nazaran, bu sûretle şâkirdlerin adedi yüz on yedi adedine, o kısmın tevkîfinden hüküm târihine kadar yüz on yedi gün olmakla tevâfuk edip, evvelki tevâfukāta bir letâfet daha katmıştır.

Saîdü’n-Nûrsî

Bu lem‘anın başında İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh, Risâle-i Nûr’a işaret ettiğinden, bir kardeşimiz heyecanlı bir iştiyâkla, Risâle-i Nûr’a, “Elmas, Cevher, Nûr” isimlerini takıp tekrar ederek yazmıştı. Bu lem‘anın âhirinde derci münâsib görüldü.

Takvâ dâiresinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risâle-i Nûr’un ve bu kıymetli elmasın nûrundan ayrılabilir mi? Öyle tahmîn ederim ki; Risâle-i Nûr’un, bu âciz talebeniz kadar mu‘cizevârî kerâmetini ve fazîletini ve lezzetini gören ve tatlı

Sayfa 318

meyvelerinden koparıp yiyen nâdirdir. Hem bu kadar âcizliğimle beraber, Risâle-i Nûr’a hizmet edemediğim halde, göstermiş olduğunuz teveccühe medyûn-u şükrânım. Binâenaleyh Risâle-i Nûr’dan bendeniz değil, hiçbir talebeniz, o mübârek elmasın lezzettinden ayrılamaz. Affınıza mağruren Risâle-i Nûr’un bu def‘aki taharriyâtında iki kerâmeti meydana çıkmıştır.

Hapishâne içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müdhiş arama yaparlarken, o esnâda hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaşlarında, hemşîremin oğlu, mekteb çantasının içerisine Risâle-i Nûr’un nüshalarını koyarak alıp gitmiştir.

Arama, bendenizin odamda idi. Çocuk odaya geldi, odada telâşı görünce, odamın bir tarafında ayrıca duran Risâle-i Nûr’ları çantasına koydu. İçerideki me’murların hiçbirisi farkına varmadı. Çocuğa da bir şey demediler. Fedâkâr çocuk doğruca vâlidesine gidiyor, “Dayımın dâimâ bize okuduğu Risâle-i Nûr’ları getirdim. Onları alacaklarmış. Ben onların haberi olmadan, onlar başka mektub, kitap karıştırırken aldım, çantama koydum. Bunları iyice bir yere koyunuz. Muhâfaza ediniz. Ben bunların okumasını çok seviyorum. Dayım bize bunları okuyordu. O okurken ben başka bir hâlet kesb ediyordum” diye vâlidesine söylüyor ve mektebine avdet ediyor. Bu sâyede o “Elmas, Cevher, Nûrlar” ele geçmemiş oluyor. Bu kerâmet değil de nedir? Kur’ânî bir mu‘cize değil de nedir? Acaba bu fazîlet ve bu lezzet ve bu elmas cevherler, hangi bir te’lîfâtta vardır? Ve bu Elmas, Cevher, Nûrlar, şimdiye kadar hangi zâtın ağzından dökülmüştür? Ben de hapsi değil, belki bu Elmas, Cevher, Nûrlar için her an, her dakika, her fedâkârlığı memnuniyetle kabûl ederim. Benden sonra bu Elmas, Cevher, Nûrlar yoluna evlâdım Emîn de bütün hayatını sarfetmeye hazırdır.

İşte bu Elmas, Cevher, Nûrların ikinci kerâmetini isbat ile, üç yaşından sekiz yaşına kadar akrabalarım ve evlâdım, bu Elmas, Cevher, Nûrlar için fedâkârâne ve bu yolda hayatlarını hiç düşünmeden fedâ edeceklerini isbat ederim. Çünkü bu Elmas, Cevher, Nûrları okurken hepsi başıma toplandı. Onları sevdim ve birer çay verdim; bu Elmas, Cevher, Nûrları okumaya devam ettim. Hepsi birden “Bu nedir? Bu yazı nasıl yazıdır?” sordular. Ben dedim: “Bu Elmas, Cevher, Nûrdur” diye bunları okumaya başladım. Onuncu Söz’ü okurken, saatler geçmiş. Çocuklar merakından, anlayamadıkları zaman hemen bendenize soruyorlardı. Ben bu Elmas, Cevher, Nûrları onların anlayabileceği şekilde îzâh ederken, çocukların renkleri, renk renk oluyordu, güzelleşiyorlardı. Bendeniz de çocukların yüzlerine baktıkça

Sayfa 319

hepsinde de, ayrı ayrı nûrlu Said görüyordum. “Nûr hangisi, Cevher hangisi, Elmas hangisi?” diye soruyorlardı. Ben de, “Nûr, bunları okumaktır. Bakınız, sizde bir güzellik meydana geldi.” Onlar da birbirinin yüzlerine baktılar. Tasdîk ettiler. “Ya Elmas nedir?” “Bu sözleri yazmaktır. Yani yazdığınız zaman sizin yazılarınız elmas gibi kıymetli olur.” Tasdîk ettiler. “Ya Cevher nedir?” “İşte o da, bu kitaplardan aldığınız îmândır.” Hepsi birden şehâdet getirdiler. Bu sohbette üç dört saat geçmiş, bendeniz farkına varmadım. “İşte Elmas, Cevher, Nûr budur!” dedim. Tasdîk ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve “Bunu kim yazdı?” diyorlardı.

Talebeniz Şefîk

Zekâî’nin Rüyası

Bu sabah rüyamda, İstanbul’un Tophâne sâhiline benzer sâf ve berrâk bir deniz kenarındayım. Kuşluk zamanında olduğunu zannettiğim güneşin ziyâsı, o deryâ-yı azîmin üzerinde hoş parıltılar husûle getiriyordu. Ben deryaya müteveccih idim. Denizin orta cenûbu tarafından yüze yüze sâhile gelen bir genç, omuzundaki bir sabanı sâhile çıkardı. Burada bütün kardeşlerimiz tahliyeden sonra istikbâl edilmekteler iken, sâhil boyunu ta‘kîben, garbdan dolu dizgin iki atlı geliyor. “Üstâd geliyor” dediler. Bu izdihâm yarıldı. Hiç durmaksızın bu mühîb, yağız atlı ve esmer çehreli iki zât, şarka doğru uzaklaştılar. Ben, o deryaya dalmak üzere iken uyandım.

Zekâî

Tarafgîrâne ve bir cihette Risâle-i Nûr’a rakîbâne bakan bir zâtın sözü üzerine yazılmıştır

Eğer medhetmekse, tefâhurla kendinizi maksadın,

Risâle-i Nûr’un en sönük yıldızının peykisiniz.

Zinhâr, seyyâre zannetme kardeşim, arz değil,

Âfitâb dahi peykidir Risâle-i Nûr’un.

Pek yakında parlayacaktır âlemde Risâle-i Nûr,

Sönmez, belki gizlenir, zîrâ odur, Nûrun alâ nûr.

Sayfa 320

Bir nûr ki bahr-i hakîkat ve mahz-ı hidâyettir o,

مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِيِّ وَمَنِ اهْتَدٰي yı oku.

Hak’tan olmaz şikâyet, belki maksadım hikâyet,

Şer‘in üzere giderken, da‘vâ Hakk’a ma‘lûm.

Risâle-i Nûr ki, eylemiştim ben dahi hizmet,

Risâle-i Nûr ki; Aliyyü’l-Murtazâ ve Gavs-ı A‘zam, bak.

Celcelûtiye ve bazı kasâidde etmişler işaret,

Risâle-i Nûr ki; odur, عُرْوَةُ الْوُثْقٰي لَا انْفِصَامَ

Temessük etmiştim, zîrâ hem hidâyet ayn-ı hakîkat,

Koydular bizleri, orada durmuştu Yusuf (as), hem beraberdi Hazret-i Üstâd.

Halil İbrahim

Yirmisekizinci Lem‘a’nın Yirmisekizinci Nüktesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ لَا يَسَّمَّعُونَ اِلَي الْمَلَاِ الْاَعْلٰي وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ ٭ دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ ٭ اِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ ٭ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاط۪ينِ gibi âyetlerin mühim bir nüktesi, ehl-i dalâletin bir tenkîdi münâsebetiyle beyân edilecek. Şöyle ki: Cin ve şeyâtînin câsûsları, semâvât haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyûnlar ve bazı ispirtizmacılar gibi, gāibden haber verenlere haber vermelerini, nüzûl-ü vahyin bidâyetinde, vahye bir şübhe getirmemek için onların o dâimî câsûsluğu, o zaman daha ziyâde şihâblarla recim ve men‘ edildiğine dâir olan mezkûr âyetler münâsebetiyle, gāyet mühim üç başlı bir suâle muhtasar bir cevabdır.

Suâl: Bu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki, cüz’î ve bazen şahsî bir hâdise-i gaybiyeyi de haber almak için, gāyet uzak bir mesâfe olan semâvât memleketine câsûs şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz’î hâdisenin bahsi varmış gibi; hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir ma‘nâyı, akıl ve hikmet kabûl etmiyor. Hem nass-ı âyetle, semâvâtın üstünde olduğu bildirilen

Sayfa 321

cennetin meyvelerini, bazı ehl-i risâlet ve ehl-i kerâmet, yakın bir yerden alır gibi alıyorlarmış. Bazen de yakından cenneti temâşâ ediyorlarmış. Bu hâl, nihâyet uzaklık, nihâyet yakınlık içinde bir mes’eledir ki, bu asrın aklına sığmaz. Hem cüz’î bir şahsın cüz’î bir ahvâli; küllî ve geniş olan semâvât memleketindeki mele-i a‘lânın medâr-ı bahsi olması, gāyet hakîmâne olan tedvîr-i kâinâtın hikmetine muvâfık gelmiyor. Halbuki bu üç mes’ele de hakāik-i İslâmiyeden sayılıyor.

Elcevab: Evvelen: Onbeşinci Söz nâmındaki risâlede, yedi basamak nâmında, yedi kat‘î mukaddeme ile وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاط۪ينِ âyetinin ifade ettiği, yıldızlarla şeytan câsûslarının semâvâttan def‘ ve tardı, öyle bir sûrette isbat edilmiş ki, en muannid maddiyyûnu dahi iknâ‘ eder, susturur ve kabûl ettirir.

Sâniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakîkat-i İslâmiyeyi, kısa zihinlere yakınlaştırmak için bir temsîl ile işaret edeceğiz. Meselâ, bir hükûmetin dâire-i askeriyesi memleketin şarkında ve dâire-i adliyesi garbında ve dâire-i maârifi şimâlinde ve dâire-i ilmiyesi cenûbunda ve dâire-i mülkiyesi ortasında bulunsa; telsiz telefon ve telgrafla, gāyet muntazam bir sûrette her dâire alâkadâr olduğu vaz‘iyetleri görse ve haber alsa; âdetâ umum o memleket, adliye dâiresi olduğu halde, askerî dâiresidir ve mülkiye dâiresi olduğu halde, ilmiye dâiresi oluyor.

Hem meselâ, müteaddid devletlerin ve ayrı ayrı pâyitahtları bulunan hükûmetlerin, bazen oluyor ki, müstemlekât cihetiyle veya imtiyâzât haysiyetiyle veya ticaretler münâsebetiyle bir tek memlekette ayrı ayrı hâkimiyetleri bulunur. Raiyet ve millet bir olduğu halde, herbir hükûmet, kendi imtiyâzı cihetiyle, o raiyetle münâsebetdârdır. Birbirinden çok uzak o hükûmetlerin muâmelâtı, birbirine temas ediyor. Her hânede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirâkleri oluyor. Cüz’î mes’eleleri, temas noktalarındaki cüz’î tasarrufâtta görülüyor. Yoksa her cüz’î bir mes’ele, dâire-i külliyeden alınmıyor. Fakat o cüz’î mes’elelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya dâire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle, dâire-i külliyeden alınıyor gibi, o dâirede medâr-ı bahsolmuş bir mes’ele şekli verilir tarzda ifade edilir.

İşte bu iki temsîl gibi, semâvât memleketi, pâyitaht ve merkez i‘tibâriyle gāyet uzak olduğu halde, arz memleketinde

Sayfa 322

insanların kalblerine uzanmış ma‘nevî telefonları olduğu gibi, semâvât âlemi, yalnız âlem-i cismânîye bakmıyor; belki âlem-i ervâhı ve âlem-i melekûtü tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehâdeti ihâta etmiştir. Hem âlem-i bâkîden ve dâr-ı bekādan olan cennet dahi, hadsiz uzaklığıyla beraber, yine dâire-i tasarrufâtı, perde-i şehâdet altında Sâni‘-i Hakîm-i Zülcelâl’in hikmetiyle ve kudretiyle, her tarafta nûrânî bir sûrette uzanmış ve yayılmıştır.

Nasılki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vücûda ve o cisme hükmedebiliyor ve dâire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de, bu insan-ı ekber olan kâinât dahi, mütedâhil ve birbiri içinde bulunan dâireler gibi, binler âlemleri ihtivâ ediyor. Onlarda cereyân eden ahvâlin ve hâdiselerin külliyeti ve cüz’iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medâr-ı nazar olur. Yani o cüz’îler, cüz’î ve yakın yerlerde; ve küllî ve azametliler, küllî ve büyük makamlarda görülür. Fakat bazen cüz’î ve hususî bir hâdise, büyük bir âlemi istîlâ eder. Hangi köşede dinlenilse, o hâdise işitilir. Ve bazen büyük tahşîdât, düşmanın kuvvetine karşı değildir, belki izhâr-ı haşmet için yapılır. Meselâ:

Hâdise-i Muhammediyye (asm) ve vahy-i Kur’ân’ın hâdise-i kudsiyesi, umum semâvât memleketinde, hatta o memleketin her köşesinde en mühim bir hâdise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semâvâtın burçlarına nöbetdârlar dizilip, yıldızlardan mancınıklar atarak, câsûs şeytanları tard ve def‘ ediyorlar vaz‘iyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur’ânînin derece-i haşmetini ve şa‘şaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şübhe getirmeyen derece-i hakkāniyetini i‘lâna bir işâret-i Rabbâniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyâde yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân dahi, o i‘lân-ı tekvînîyi tercüme edip i‘lân ediyor ve o işâret-i semâviyeye işaret ediyor. Evet, bir melâikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan o câsûs şeytanları, böyle işâret-i azîme-i semâviye ile melâikelerle mübâreze ettirmek, elbette o vahy-i Kur’ânînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir. Hem bu haşmetli olan beyân-ı Kur’ânî ve azametli tahşîdât-ı semâviye ise; cinnîlerin ve şeytanların, semâvât ehlini mübârezeye müdâfaaya sevkedecek bir iktidarları ve bir müdâhaleleri bulunduğunu ifade için değildir. Belki kalb-i Muhammedîden,(asm) tâ semâvât âlemine, tâ Arş-ı A‘zam’a kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanların müdâhaleleri olmadığına işaret

Sayfa 323

için vahy-i Kur’ânî, koca semâvâtta, umum melâikece medâr-ı bahis olan bir hakîkattir ki; bir derece ona temas etmek için, şeytanlar tâ semâvâta kadar çıkmaya mecbûr olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmeleriyle işaret ediyor ki, “Kalb-i Muhammedîy (asm) gelen vahiy ve huzûr-u Muhammedîy (asm) gelen Cebrâîl ve nazar-ı Muhammedîy (asm) görünen hakāik-i gaybiye, sağlam ve müstakîmdir. Hiçbir cihetle şübhe getirmez” diye Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân mu‘cizâne haber veriyor.

Ama cennetin uzaklığıyla beraber âlem-i bekādan olduğu halde, en yakın yerlerde görülmesi ve bazen ondan meyve alınması ise; evvelki iki temsîl sırrıyla anlaşıldığı gibi, bu âlem-i fânî ve âlem-işehâdet ise, âlem-i gayba ve dâr-ı bekāya bir perdedir. Cennetin merkez-i kübrâsı uzakta olmakla beraber, âlem-i misâl aynası vâsıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakîn derecesindeki îmânlar vâsıtasıyla, cennetin bu âlem-i fânîde -temsîlde hatâ olmasın- bir nevi‘ müstemlekeleri ve dâireleri bulunabilir; ve kalb telefonuyla, yüksek ruhlarla muhâbereleri olabilir ve hediyeleri gelebilir. Ama bir dâire-i külliyenin cüz’î bir hâdise-i şahsiye ile meşgul olması, yani kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semâvâta çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsîrlerdeki ifadelerin bir hakîkati şu olmak gerektir ki; semâvât memleketinin pâyitahtına kadar gidip o cüz’î haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şumûlü bulunan semâvât memleketinin -teşbîhte hatâ yoktur- karakolhâneleri hükmünde bazı mevki‘leri var ki, o mevki‘lerde arz memleketi ile münâsebetdârlık oluyor. Cüz’î hâdiseler için, o cüz’î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insanî dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilhâm ile şeytân-ı husûsî o mevki‘de mübâreze ediyorlar. Ve hakāik-i îmâniye ve Kur’âniye ve hâdisât-ı Muhammediyye (asm) ise, ne kadar cüz’î de olsa, en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmünde, en küllî bir dâire olan Arş-ı A‘zam’da ve dâire-i semâvâtta -temsîlde hatâ olmasın- mukadderât-ı kâinâtın ma‘nevî cerîdelerinde neşrolunuyor gibi, her köşede medâr-ı bahis oluyor diye beyân ile beraber, kalb-i Muhammedîde (asm) tâ dâire-i Arş’a varıncaya kadar, hiçbir cihetle müdâhale imkânı olmadığından, semâvâtı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, vahy-i Kur’ânî ve nübüvvet-i Ahmediyye (asm) ne derece yüksek bir derece-i hakkāniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilâf ve yanlış ve hilenin ona yanaşması mümkün olmadığını, gāyet belîğāne, belki mu‘cizâne i‘lân etmek ve göstermektir.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

Saîdü’n-Nûrsî

Sayfa 324

YİRMİDOKUZUNCU LEM‘A

Îmâna Medâr Âlî Bir Tefekkürnâme, Tevhîde Dâir Yüksek Bir Ma‘rifetnâme

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

Kardeşlerim! Bu tefekkürnâme çok ehemmiyetlidir. İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh ona bir vecihte “Âyetü’l-Kübrâ” nâmını vermesi, tam kıymetini gösteriyor. Namaz tesbîhâtında aynelyakîn derecesinde kalbe gelmiş, çok risâleleri netice vermiş, otuz senedir akıl ve fikrimin gıdası ve ilacı olmuş bir ma‘rifetnâmedir. Bunu hem Lem‘alar içinde, hem kırk elli aded müstakil yazılsa münâsibdir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ وَالصَّلٰوةُ وَالسَّلَامُ عَلٰي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰٓي اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ٓ اَجْمَعي۪نَ

İfâde-i Merâm

Otuz seneden beri kalbim, aklım ile imtizâc edip, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ ٭ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ٭ اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ مَا خَلَقَ اللّٰهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَٓا اِلَّا بِالْحَقِّ ٭ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ gibi âyetlerle emrettiği ve tefekkür mesleğine teşvîk ettiği hem تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ hadîs-i şerîfi, bazen bir saat tefekkür, bir sene ibâdet hükmünde olduğunu beyân edip, tefekküre azîm teşvîkāt yaptığı cihetle, ben de otuz seneden beri meslek-i tefekkürde akıl ve kalbime tezâhür eden büyük nûrları ve uzun hakîkatleri kendime muhâfaza etmek için işaretler nev‘inden bazı kelimâtı, o envâra delâlet etmesi için değil, belki vücûdlarına işaret için ve tefekkürü teshîl ve intizâmı muhâfaza için vaz‘ ettim. Gāyet muhtelif Arabî ibârelerle kendi kendime o tefekkürde gittiğim zaman, o kelimâtı lisânen zikirediyordum. Bu uzun zamanda ve binler def‘a tekrarımda bana ne usanç geliyordu ve ne de verdiği zevk-i rûhânî noksânlaşıyordu ve ne de onlara olan ihtiyâc-ı rûhî, zâil oluyordu. Çünkü bütün o tefekkürât, âyât-ı Kur’âniyenin lemeâtı olduğundan, âyâtın hâssası olan usandırmamak ve halâvetini muhâfaza etmek hâssasının bir cilvesi, o tefekkür aynasında temessül etmiştir.

Lemalar
  • YİRMİSEKİZİNCİ LEM‘A

    Eskişehir Hapishânesi’nde ihtilâttan ve konuşmaktan memnû‘ olduğum zamanda, karşımdaki kardeşlerime teselli için yazdığımkısacık fıkraların bir kısmıdır.

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

    Hapsin bir latîf hâtırasıdır ki; Risâle-i Nûr gizlenir, fakat sönmez ve söndürülmez. Bir âlem-i ma‘nâda Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh’ın ilminden sordum: “اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْط۪يرًا demişsin, muradın nedir?” Dedi: “(عُجْمٍ) yani, hecevârî, terkîbsiz ve vakıflarda olduğu gibi rakamvârî, şekilsiz harflerdir ki, latinî hurûfudur. Lâdînî zamanında taammüm eder.” Hem sonra sordum: “Ercûze’nde benden bahsedip ‘Kendini muhâfaza et!’ demişsin. Hem tam vaktinde emrinizi gördük. Fakat maatteessüf kendimizi muhâfaza edemedik. Bu belâya düştük. Şahsımdan binler def‘a daha ehemmiyetli olan Risâle-i Nûr’dan bahsin ve işârâtın yok mu?” dedim. Dedi: “Yalnız işaret değil, belki Celcelûtiyemdetasrîh ediyorum.”

    Mütebâkî kısmı, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî Mecmûası’nda 119. sahîfeden 131. sahîfeye kadar yazıldığı için burada derc edilmemiştir.

    Büyük bir âyetin küçük bir nüktesidir.

    Sadâkatte nâmdâr, safvet-i kalbde mümtâz Süleyman Rüşdü ile bir muhâvere-i latîfe:

    Şöyle ki: güz mevsiminde, sineklerin terhîsât zamanına yakın bir vakitte hodgâm insanlar, cüz’î tâ‘cîzleri olan sinekleri itlâf etmek üzere odamıza ilaç isti‘mâl ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bil’âhire, o insanların inâdına sinekler daha ziyâde çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gāyet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüşdü’ye dedim: “Bu küçücük kuşlara ilişme. Başka yere ser.” O da kemâl-i ciddiyetle: “Bu ip bize lâzımdır. Sinekler başka yerde kendilerine yer bulsunlar” dedi. Her ne ise... Bu latîfe münâsebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki: “Böyle, nüshaları çoğalan nev‘lerin ehemmiyetli vazîfeleri ve kıymetleri var.” Evet, bir kitabın

Item 1 of 40