Mektub 41

Sayfa 107

ben de her bir لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ dedikçe, ya بِلِسَانِ الْاَرْضِ ya بِلِسَانِ السَّمٰوَاتِ ya بِلِسَانِ الْجَوِّ ya بِلِسَانِ الْعَنَاصِرِ derim; gibi. İnşâallâh, sonra size gönderilecek.

اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي

Kardeşiniz

Saîdü’n-Nûrsî

[41]

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ

Azîz, Sıddîk Kardeşlerim,

Meyve’nin Dördüncü Mes’elesindeki bir hakîkatın izâhını Eski Saîd’in âfâka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazân başlarında bayram alâmetini şarkta bir hâdisenin te’sîriyle heyecânla demesi ve bu Ramazân-ı Şerîf’teki kıymetdâr vakitleri radyonun mâlâ-ya‘niyâtıyla zâyi‘ etmemesi için ma‘nen kalbime kaç def‘a ihtâr edildi ki, “O geniş ve karışık fırtınalı hakîkatin kısaca zararlarını beyân eyle.” Ben de gāyet muhtasar bazı işâretler nev‘inde, Risâle-i Nûr şâkirdlerinin merâklarını ta‘dîl etmek niyetiyle beyân ediyorum. Fakat hem mes’ele çok geniş, vaktim de dar, hâlim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.

Sayfa 108

Meyve’nin o Dördüncü Mes’elesinde denilmiş ki: “Dünya siyâsetine karışmadığımın sebebi, o geniş ve büyük dâirede vazîfe az ve küçük olmakla berâber, câzibedârlık cihetiyle merâklıları kendiyle meşgūl eder, hakîkî ve büyük vazîfelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her hâlde bir tarafgîrlik meylini verir, zâlimlerin zulümlerini hoş görür, şerîk olur” meâlinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: Ey merâk yüzünden ve âfâkî hâdisâtın verdiği sarhoşâne gafletten zevk alan bîçâreler! Eğer insanın fıtratındaki merâk, insâniyet damarıyla sizin, farz ve lâzım vazîfeniz zararına, o hâdisâta o geniş boğuşmalara sevkediyor. Bu da bir ihtiyâc-ı ma‘nevîdir, fıtrîdir derseniz, ben de derim:

Kat‘iyen biliniz ki, insanın, çok mu‘cizâtlı hilkatine merâk etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemâl-i merâkla temâşâsına daldığı gibi; aynen bu asırda, nev‘-i beşerin muvakkat ve fânî, tahrîbci geniş hâdiseleri ve zemîn yüzünde yüz bin millet ve insan nevi‘ gibi çok hâdisat-ı acîbeye mazhar o milletlerden, her baharda yalnız bir tek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev‘-i beşerdeki hâdisâtın yüz def‘a daha mûcib-i merâk ve rûhanî, ma‘nevî zevklere medâr hâdiseler var. Bu hakîkî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merâk ve zevk ile bağlanmak, dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler dâimî olmak

Sayfa 109

ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakîkî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Hâlbuki havanın fırtınaları gibi geçici hâllerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î. Ondaki zarar ve menfaati, o vaziyet şarktan, bahr-i muhîtten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbîr ve icâdında olan bir Zât-ı Akdes’in rubûbiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihâyetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece dîvânelik olduğu ta‘rîf edilmez.

Hem îmân ve hakîkat noktasında, bu çeşit merâkların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakîkî vazîfe-i insâniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş dâire ise siyâset dâiresidir. Husûsen böyle umûmî ve mücâdele sûretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir îmân lâzım ki, her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i Rabbâniyenin izini, eserini görsün. Tâ o zulm-i zulümâtta kalp boğulmasın, îmân sönmesin, akıl, tabîat ve tesâdüfe saplanmasın.

Hattâ ehl-i hakîkat, hakîkat ve Ma‘rifetullâh’ı bulmak için kesret dâirelerini unutmaya çalışıyorlar, tâ kalp dağılmasın. Ve lüzûmlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen merâkı, zevki, şevki lüzûmsuz fânî şeylerde telef olmasın. Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, dîn düstûrlarının bir hâdimi olmak cihetinde (güneş gibi

Sayfa 110

îmânlar taşıyan bir kısım sahâbeler ve onlara benzeyen mücâhidînden, selef-i sâlihînden başka) siyâsetçi, ekserce tâm müttakî dîndâr olamaz. Tâm ve hakîkî dîndâr, müttakî olanlar siyâsetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyâsetini yapanlarda, dîn ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakîkî dîndâr ise, bütün kâinâtın en büyük gāyesi ubûdiyet-i insâniyedir diye siyâsete aşk-ı merâk ile değil, ikinci üçüncü mertebede, onu dîne ve hakîkata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa, bâkî elmasları, kırılacak âdî şişelere âlet yapar.

Elhâsıl: Nasılki sarhoşluk, hakîkî vazîfelerden gelen elemleri ve ihtiyâçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle, menhûs ve kısa bir zevk verir. Öyle de, böyle fânî boğuşmaları ve hâdiseleri merâkla ta‘kîb etmek, bir nevi‘ sarhoşluktur ki, hakîkî vazîfelerden gelen ihtiyâcât ve yapmamaktan gelen teellümâtı muvakkaten unutturduğu için menhûs bir zevk verir. Ya tehlikeli bir ye’se düşüp لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ âyetindeki nehy-i İlâhiye muhâlefet eder, tokada müstehak olur. Veya لَا تَرْكَنُوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ olan şiddetli tehdîd-i İlâhî tokadına mazhar olur, zâlimlerin zulümlerine hasbî olarak ma‘nen iştirâk eder, bilistihkāk cezâsını da dünyada, âhirette çeker.

Yalnız ehemmiyetli bir endîşe ve bir tesellî kalbime geliyor ki: Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umûmî’den çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin

Sayfa 111

üstâdı, menba‘ı olan Avrupa’da Deccâlâne bir vahşet doğurmasıdır. Bu endîşeyi tesellîye medâr, Âlem-i İslâm’ın tâm intibâhıyla ve yeni dünyanın, Hristiyanlığın hakîkî dînini düstûr-ı hareket ittihâz etmesiyle ve Âlem-i İslâm’la ittifâk etmesi ve İncîl, Kur’ân’a ittihâd edip tâbi‘ olması, o dehşetli gelecek iki cereyâna karşı semâvî bir muâvenetle dayanıp İnşâallâh galebe eder.

Umûm kardeşlerime birer birer selâm. Gelen veya geçen Leyle-i Kadirlerini tebrîk ederiz.

اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي

Kardeşiniz

Saîdü’n-Nûrsî

(42)

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ

Azîz, Sıddîk Kardeşlerim,

Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki, Risâle-i Nûr dâiresi husûsen Isparta ve civârı ve içindeki kardeşlerim hayâlî nazarımda Horhor Medresem gibi yanımda hazır, ben de içinde bulunup istediğim vakit onlarla konuşup sohbet ediyorum. Tevahhuş, yalnızlık, tecrîd, inzivâ bu hakîkî sohbete mâni‘ değiller.

Dün birbiriyle münâsebetdâr ve isti‘dâdca birbirine benzer iki eski kardeşimin bir yenisinin te’sîrli ve sürûrlu mektûblarını almakla mesrûriyetimden, yine bir parça sizinle konuşacağım.

Emirdağ Lahikası - 1
  • ben de her bir لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ dedikçe, ya بِلِسَانِ الْاَرْضِ ya بِلِسَانِ السَّمٰوَاتِ ya بِلِسَانِ الْجَوِّ ya بِلِسَانِ الْعَنَاصِرِ derim; gibi. İnşâallâh, sonra size gönderilecek.

    اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي

    Kardeşiniz

    Saîdü’n-Nûrsî

    [41]

    بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

    اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ

    Azîz, Sıddîk Kardeşlerim,

    Meyve’nin Dördüncü Mes’elesindeki bir hakîkatın izâhını Eski Saîd’in âfâka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazân başlarında bayram alâmetini şarkta bir hâdisenin te’sîriyle heyecânla demesi ve bu Ramazân-ı Şerîf’teki kıymetdâr vakitleri radyonun mâlâ-ya‘niyâtıyla zâyi‘ etmemesi için ma‘nen kalbime kaç def‘a ihtâr edildi ki, “O geniş ve karışık fırtınalı hakîkatin kısaca zararlarını beyân eyle.” Ben de gāyet muhtasar bazı işâretler nev‘inde, Risâle-i Nûr şâkirdlerinin merâklarını ta‘dîl etmek niyetiyle beyân ediyorum. Fakat hem mes’ele çok geniş, vaktim de dar, hâlim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.

Item 1 of 5