Mektub 81

Sayfa 159

Üçüncü güneşin Risâle-i Nûr olduğunu şimdi bildim. اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰي نُورٍ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ âyet-i Kur’âniye, o rüya hakîkatine işaret etmiş. Bu nûrânî rüya, mezkûr âyet-i Nûrun on işaretle, on parmak ile gösterdiği hakîkati aynen gösteriyor, otuz sekiz sene evvel haber veriyor. Evet, üç nûr-u a‘zam olan güneşlerin Allâhü a‘lem ta‘bîri şu olmak gerektir.

Güneşlerin birincisi: Bu asırda Risâle-i Nûr’dur. Ve en parlak bir nûru da, Mu‘cizât-ı Ahmediye (asm) nâmında risâle-i hârikadır.

İkincisi: Hazret-i Îsâ’nın (as) dîn-i hakîkîsinden çıkan nûr-u semâvî güneşidir.

Üçüncüsü: Tarîkatler ruhunda ve tasavvuf menbaında çıkacak bir güneştir ki, şimdiki Şeyh-i Geylânî (ks) timsâliyle o ma‘nâ gösterilmiş. Risâle-i Nûr’a işaret eden otuz üç âyet-i Kur’âniyenin en birinci âyeti olan Âyetü'n-Nûr, on vecihle Risâle-i Nûr’a işaret ettiği, Birinci Şuâ‘ Risâlesi’nde gözümle gördüm, isteyen görebilir.

Sizi nefsinden ziyâde seven âciz şâkirdiniz

Muhyiddin Kerkûkî

[81]

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ

Câzibedâr bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhâveredir

Bir kısım gençler tarafından şimdiki aldatıcı ve câzibedâr lehviyât ve hevesâtın hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?” diye Risâle-i Nûr’dan meded istediler. Ben de Risâle-i Nûr’un şahs-ı ma‘nevîsi nâmına onlara dedim ki: Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda “Üç Yol” dan başka yol yok.

Sayfa 160

Birinci Yol: O kabir, ehl-i îmân için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.

İkinci Yol: Âhireti tasdîk eden, fakat sefâhet ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrîd içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve i‘tikād ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muâmele görecek.

Üçüncü Yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir i‘dâm-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini i‘dâm edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için cezâsı olarak aynını görecek. Bu iki şık bedîhîdir. Delil istemiyor. Göz ile görünür.

Madem ecel gizlidir. Her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor. Ve genç, ihtiyâr farkı yoktur. Elbette dâimâ gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mes’ele karşısında bîçâre insan, o i‘dâm-ı ebedî, o dipsiz, nihâyetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nûra açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi, o insanın dünya kadar büyük bir mes’elesidir.

Bu kat‘î hakîkat, bu üç yol ile bulunduğunda; ve bu üç yolun da mezkûr üç hakîkat ile olacağını ihbâr eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sâdık, ellerinde nişâne-i tasdîk olan mu‘cizeler bulunan enbiyâlar (as); ve o enbiyâların (as) haber verdikleri aynı haberleri keşif ve zevk ve şuhûd ile tasdîk eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyânın aynı hakîkate şehâdetleri; ve had ve hesaba gelmeyen muhakkiklerin kat‘î delilleriyle o enbiyâ (as) ve evliyânın aklen ilmelyakîn derecesinde isbat ettikleri (Hâşiye) ve yüzde doksan dokuz ihtimâl-i kat‘î ile i‘dâm ve zindân-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız îmân ve itâat iledir diye ittifâken haber veriyorlar.

Acaba yüzde bir ihtimâl-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için, bir tek muhbirin sözü nazara alınsa; ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın endîşe-i helâketten gelen elem-i ma‘nevî, onun yemek iştihâsını kaçırdığı halde, böyle yüz binler sâdık ve musaddak muhbirlerin yüzde yüz ihtimâl ile dalâlet ve sefâhet, göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat‘î sebeb olduğunu; ve îmân ve ubûdiyet yüzde yüz ihtimâl ile

Hâşiye: Onlardan birisi Risâle-i Nûr’dur, meydandadır.

Sayfa 161

o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazîne-i ebediyeye, bir sarây-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor diye ihbâr eden ve emârelerini ve âsârlarını gösterdikleri halde, bu acîb ve garib ve dehşetli ve azametli mes’ele karşısında bulunan bîçâre insan ve bâhusus Müslüman, eğer îmân ve ubûdiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti bir tek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağrılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum. Madem ihtiyârlık, hastalık, musîbet ve her tarafta vefeyâtlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtâr ediyorlar. Elbette o ehl-i dalâlet ve sefâhet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o ma‘nevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.

Madem ehl-i îmân ve tâat, göz önündeki gördüğü kabri, bir hazîne-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezâlîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu; ve o ezelî mukadderât piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi îmân vesîkasıyla ona çıkmış. Her vakit “Gel, biletini al” diye beklemesinden derin, esâslı, hakîkî lezzet ve zevk-i ma‘nevî öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik sâikasıyla o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benzeyen sefîhâne ve heveskârâne muvakkat bir lezzet-i gayr-i meşrûaihtiyâr eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer.

Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünki onlar peygamberi (asm) inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de, Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de, kemâlâta medâr olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.

Fakat bir müslüman hem enbiyâyı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vâsıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz. Ve Allah’ı da tanımaz. Ve ruhunda kemâlâtı muhâfaza edecek hiçbir esâsâtı bilemez. Çünki peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri; ve dini ve da‘veti umum nev‘-i beşere baktığı için ve mu‘cizâtça ve dince umuma fâik ve bütün nev‘-i beşere bütün hakāikte üstâdlık edip on dört asırda parlak bir surette isbat eden ve nev‘-i beşerin medâr-ı iftihârı bir zâtın (asm) terbiye-i esâsiyelerini ve usûl-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nûr, bir kemâl bulamaz. Sukūt-u mutlaka mahkûmdur.

Sayfa 162

İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine mübtelâ ve endîşe-i istikbâl ile istikbâlini ve hayatını te’mîn için çabalayan bîçâreler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû‘ dâiredeki keyfe iktifâ ediniz. O, keyfinize kâfîdir. Hâricinde ve gayr-i meşrû‘ dâiredeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sâbık beyânâtta elbette anladınız.

Eğer mâzî, yani geçmiş zamanın hâdisâtı, sinema ile hâl-i hâzırda gösterdikleri gibi, istikbâldeki ahvâl dahi, meselâ elli sene sonraki hâlleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefâhet şimdiki güldüklerine yüz binler nefrîn ve nefret edip ağlayacaktılar. Dünya ve âhirette ebedî ve dâimî sürûru isteyen, îmân dâiresindeki terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kendine rehber etmek gerektir.

Kardeşiniz

Saîdü’n-Nûrsî

[82]

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ

Azîz, sıddîk, metîn, sebatkâr kardeşlerimiz,

Biz, bu havâlîde Risâle-i Nûr talebeleri nâmına sizlere pek çok selâm ile beraber, arz-ı şükrân ediyoruz. Ve sizlere ebeden minnetdârız ki, muktedir ve parlak kalemlerinizle bizi hem uyandırdınız, hem yardım ettiniz. Bu vilâyeti, nûrânî kalemlerinizle inşâallâh Isparta’ya benzettireceksiniz. Bilhassa çok ehemmiyetli kardeşimiz kahraman Tâhirî’nin parlak ve muvaffakiyetli ve tevâfuklu kalemi, kerâmetkârâne fütûhât yapıyor. Ve onun iki ma‘sûmeleri ve ma‘sûmların ve ümmî ihtiyârların rengârenk, çeşit çeşit meziyetlerini gösteren yazıları bizleri teshîr ediyor, herkesi şevkle okumaya sevk ediyor. Cenâb-ı Hakk sizlerden ebeden râzı olsun ve sizi muvaffak etsin. Âmîn.

Çok mühim ve mübârek kardeşimiz Hâfız Mustafa’nın bize verdikleri ehemmiyetli hâdise-i taarruziye haberi bizi hayrete düşürdü. Ve Üstâdımızın o zamanda endişelerinin ve heyecanının hikmetini anladık. Bir hiss-i kable’l-vukū‘ ile mütemâdiyen bizlere der idi:

Kastamonu Lahikası
  • Üçüncü güneşin Risâle-i Nûr olduğunu şimdi bildim. اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰي نُورٍ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ âyet-i Kur’âniye, o rüya hakîkatine işaret etmiş. Bu nûrânî rüya, mezkûr âyet-i Nûrun on işaretle, on parmak ile gösterdiği hakîkati aynen gösteriyor, otuz sekiz sene evvel haber veriyor. Evet, üç nûr-u a‘zam olan güneşlerin Allâhü a‘lem ta‘bîri şu olmak gerektir.

    Güneşlerin birincisi: Bu asırda Risâle-i Nûr’dur. Ve en parlak bir nûru da, Mu‘cizât-ı Ahmediye (asm) nâmında risâle-i hârikadır.

    İkincisi: Hazret-i Îsâ’nın (as) dîn-i hakîkîsinden çıkan nûr-u semâvî güneşidir.

    Üçüncüsü: Tarîkatler ruhunda ve tasavvuf menbaında çıkacak bir güneştir ki, şimdiki Şeyh-i Geylânî (ks) timsâliyle o ma‘nâ gösterilmiş. Risâle-i Nûr’a işaret eden otuz üç âyet-i Kur’âniyenin en birinci âyeti olan Âyetü'n-Nûr, on vecihle Risâle-i Nûr’a işaret ettiği, Birinci Şuâ‘ Risâlesi’nde gözümle gördüm, isteyen görebilir.

    Sizi nefsinden ziyâde seven âciz şâkirdiniz

    Muhyiddin Kerkûkî

    [81]

    بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

    وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

    اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ

    Câzibedâr bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhâveredir

    Bir kısım gençler tarafından şimdiki aldatıcı ve câzibedâr lehviyât ve hevesâtın hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?” diye Risâle-i Nûr’dan meded istediler. Ben de Risâle-i Nûr’un şahs-ı ma‘nevîsi nâmına onlara dedim ki: Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda “Üç Yol” dan başka yol yok.

Item 1 of 4