herkesin başına muhakkak gelecek olan ölümün dehşetli hücûmuna karşı mücâdele ediyoruz. Hadsiz şükür olsun ki, şimdiye kadar o ölüm i‘dâm-ı ebedîsini, yüz binler adam hakkında terhîs tezkeresine Risâle-i Nûr ile çevirdiğine yüz binler şâhid gösterebiliriz. Bu hakîkat nokta-i nazarından sizin gibi vatanperver, milliyetperverler bizi teşvîklerle alkışlaması lâzım gelirken, evhâmlarla ittihâm altına alıp tarassudlarla tâciz etmek, ne kadar insâftan ve hamiyetten uzak olduğunu insâniyetinize havâle ediyorum.
Gayr-ı resmî tecrîd ve haps-i münferidde
Saîdü’n-Nûrsî
[60]
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ
Azîz, Sıddîk, Sebâtkâr, Muhlis Kardeşlerim,
Hem maddî, hem ma‘nevî, hem nefsim, hem benimle temâs edenler gāyet ehemmiyetli benden suâl ediyorlar ki: “Neden herkese muhâlif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğnâ gösteriyorsun? Ve herkes müştâk ve tâlib olduğu ve Risâle-i Nûr’un intişârına, fütûhâtına çok hizmet edeceğine o Risâle-i Nûr şâkirdlerinin hâsları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makāmları kabul etmiyorsun, şiddetle çekiniyorsun?”
Elcevab: Bu zamanda ehl-i îmân öyle bir hakîkate muhtâçtırlar ki, kâinâtta hiçbir şeye âlet ve tâbi‘ ve basamak olamaz; ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez; ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlûb edemez bir tarzda îmân hakîkatlerini ders versin. Umûm ehl-i îmânın bin seneden beri terâküm etmiş dalâletlerin hücûmuna karşı îmânları muhâfaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dâhilî ve hâricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risâle-i Nûr ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi‘ olmuyor. Tâ avâm-ı ehl-i îmânın nazarında, hayât-ı dünyeviyenin bazı gâyelerine basamak olmasın. Ve doğrudan doğruya hayât-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakîkati, hücûm eden şüpheleri ve tereddüdleri izâle etsin.
“Ammâ, ma‘nevî ve makbûl ve zararsız ve bütün ehl-i îmân ve hakîkatin istedikleri nûrânî makāmlar ve uhrevî rütbelerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlâsınıza zarar gelmediği hâlde, eğer kabul etsen, reddedilmeyecek derecede senedler, huccetler bulunduğu hâlde; sen, değil tevâzu‘ ve mahviyetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makāmı sana veren kardeşlerinin hâtırını kırmakla o rütbelerden ve makāmlardan kaçıyorsun?”
Elcevab: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini fedâ eder. Öyle de, ehl-i îmânın hayât-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan
muhâfaza etmek için, lüzûm olsa -hem lüzûm var- kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makāmları, belki hakîkî hayât-ı ebediyenin makāmlarını dahi fedâ etmeye, Risâle-i Nûr’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terkederim.
Evet, her vakit, husûsen bu zamanda ve bilhâssa dalâletten gelen gaflet-i umûmiyede, siyâset ve felsefenin galebesinde ve enâniyet ve hodfurûşluğun heyecânlı asrında, büyük makāmlar her şeyi kendine tâbiʻ ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makāmlar için dahi mukaddesâtını âlet eder. Ma‘nevî makāmlar olsa, daha ziyâde âlet eder. Umûmun nazarında kendini muhâfaza etmek ve o makāmlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakîkatleri basamak ve vesîle yapıyor diye ithâm altında kalıp, neşrettiği hakîkatler dahi tereddüdler ile revâcı zedelenir. Şahsa, makāma fâidesi bir ise, revâcsızlıkla umûma zararı bindir.
Elhâsıl: Hakîkat-i ihlâs, benim için şan ve şerefe ve maddî ve ma‘nevî rütbelere vesîle olabilen şeylerden beni men’ediyor. Hizmet-i nûriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemmiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakîkat-i ihlâs ile, her şeyin fevkinde hakāik-i îmâniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşâd etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.
Çünkü o on adam, tam o hakîkati herşeyin fevkinde gördüklerinden, sebât edip, o çekirdekler hükmünde olan kalpleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini, husûsî makāmından ve husûsî hissiyâtından geliyor nazarıyla bakıp, mağlûb olarak dağılabilirler diye hizmetkârlığı, makāmâtlara tercîh ediyorum.
Hattâ bu def‘a bana, beş vecihle kanunsuz, bayramda düşmanlarımın plânıyla bana ihânet eden o maʻlûm adama şimdilik bir belâ gelmesin diye telâş ettim. Çünkü, mes’ele şa’şaalandığı için, doğrudan doğruya avâm-ı nâs bana makām verip hârika bir kerâmet sayabilirler diye, dedim: Ya Rabbi, bunu ıslâh et veya cezâsını ver. Fakat böyle kerâmetvârî bir sûrette olmasın.
Bu münasebetle bir şeyi beyân edeceğim. Şöyle ki:
Bu def‘a mahkemeden bana teslîm olunan talebelerin mektûbları içinde, çok imzâlar üstünde bulunan bir mektûb gördüm, belki Lâhika’ya girmiş. Risâle-i Nûr’un şâkirdlerinin maîşet cihetindeki bereketine ve bazıların tokatlarına dâirdi. Burada, aynen Kastamonu’daki tokat yiyenler gibi şüphe kalmamış. Beş adam, aynen burada da tokat yediler. (Hâşiye)
Hâşiye: Evet, biz gözümüzle gördük, hiç şüphemiz kalmadı.
Buranın talebeleri nâmına
Ceylan, İbrâhîm
Risâle-i Nûr’un bir kâtibi dedi ki: “Neden dostların kusûrâtına tokat gelir. Hücûm eden düşmanlara bu tarzda gelmiyor?”
Elcevab: Me’mûr olmayan veya husûsî, şahsı iʻtibâriyle hıyânet eden, husûsî tokat yer. Bu nevi‘ vukūât pek çoktur. Ve tam sadâkat edenlerde, maîşetindeki bereket ve kalbindeki râhat cihetinde ikrâmlara mazhar olanlar dahi pek çoktur. Eğer me’mûr ise, kanun nâmına kanunsuz hıyânet eden, ilişen, o memlekete, o bîçâre ahâlîye bir umûmî tokada vesîle olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umûmî belâlara bir vesîle olur. Kendisi, zâhiren husûsî tokat yememiş gibi görünüyor.
Hem eğer dînsizlik hesâbına, îmânî hizmetimize ilişenler olsa اَلظُّلْمُ لَا يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ kāidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri -büyük olduğu için- âhirete te’hîr edilir, ekseriyetce küçük zulümler gibi cezâları dünyaca taʻcîl edilmez.
اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي
Kardeşiniz
Saîdü’n-Nûrsî
Bu mektûblar pek acele ve tashîhsiz olmasından ben de yeni hurûf bilmiyorum ki bakayım. Siz tashîh ve ıslâh edersiniz.
*
* *
[61]
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ
Azîz, Sıddîk, çok Mübârek, çok Fa‘âl, çok Hâlis, çok Kıymetdâr Kardeşim Husrev,
Senin bayramın ikinci gününde elime geçen mektûbun, bir güvercin haber veriyor gibi geldiği aynı günde beni çok müteessir eden hâdise-i taarruziyeden neş’et eden elemlerime, kederlerime bir merhem, bir ilaç hükmüne geçti. Bu ma‘nâyı hâtıra getirdi: “Sana ihânet eden ehemmiyetsiz adamlara karşı, gül ve nûr fabrikasının kahramanlarının hârikulâde hürmet ve ihtirâmları varken, böyle bir iki vicdânsızın hakāretine değil, milyonlar düşmanların ihânetlerine karşı gelebilir ve hükümden iskāt edebilir” diye kalbime geldi. Fakat kendi şahsıma baktım ki, kurumuş, çürümüş, vazîfesi bitmiş bir hurmâ çekirdeği hükmünde iken, Risâle-i Nûr bahçesinde bir derece o çekirdekten tezâhür eden meyvedâr, muhteşem koca bir ağaç nazarıyla baktığınızı gördüm. Sizin fevkalâde hüsn-ü zannınız o ağaçtan ileri geldiğini ve çekirdeğin de bir cihette, bir nevi‘ vesîle olduğu cihetinde hüsn-ü zanna mazhar olmuş gördüm.
O mektûbun birinci sahîfesi güzeldir, ben de iştirâk ediyorum. İkinci sahîfede birkaç yerde kalem karıştırdım, ta‘dîl ettim. Ezcümle: Hazret-i Hasan radıyallâhü anhın