Sayfa 128

YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUB

Tılsımlar Mecmûsı'na idhâl edilmiş, buraya yazılmamıştır.

Yirmi Dördüncü Mektub’un Birinci Zeyli

بِاسْمِه۪

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

قُلْ مَا يَعْبَؤُ بِكُمْ رَبّ۪ي لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ Yani, “Ey insanlar! Duânız olmazsa, ne ehemmiyetiniz var?” meâlindeki âyetin beş nüktesini dinle.

Birinci Nükte: Duâ, bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir. Belki ubûdiyetin ruhu hükmündedir. Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi duâ üç nevi‘dir.

Birinci nevi‘ duâ: İsti‘dâd lisânıyladır ki, bütün hubûbât, tohumlar, lisân-ı isti‘dâd ile Fâtır-ı Hakîm’e duâ ederler ki: “Senin nukūş-u esmâmufassal göstermek için bize neşv ü nemâ ver. Küçük hakîkatimizi sünbülle ve ağacın büyük hakîkatine çevir.”

Hem şu isti‘dâd lisânıyla duâ nev‘inden birisi de şudur ki, esbâbın ictimâı, müsebbebin îcâdına bir duâdır. Yani esbâbbir vaz‘iyet alır ki, o vaz‘iyet bir lisân-ı hâl hükmüne geçer. Ve müsebbebi Kadîr-i Zülcelâl’den duâ eder, isterler. Meselâ su, harâret, toprak, ziyâ, bir çekirdek etrafında bir vaz‘iyet alarak, o vaz‘iyet bir lisân-ı duâdır ki, “Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlikımız!” derler. Çünkü o mu‘cize-i hârika-i kudret olan ağaç, o şuûrsuz, câmid, basit maddelere havâle edilmez, havâlesi muhâldir. Demek ictimâ‘-ı esbâb bir nevi‘ duâdır.

Sayfa 129

İkinci nevi‘ duâ: İhtiyâc-ı fıtrî lisânıyladır ki, bütün zîhayatların iktidar ve ihtiyârları dâhilinde olmayan hâcetlerinive matlablarını ummadıkları yerden, vakt-i münâsibde onlara vermek için, Hâlik-ı Rahîm’den bir nevi‘ duâdır. Çünkü iktidar ve ihtiyârları hâricinde, bilmedikleri yerden, vakt-i münâsibde onlara bir Hakîm-i Rahîm gönderiyor. Elleri yetişmiyor. Demek o ihsân, duâ neticesidir. Elhâsıl, bütün kâinâttan dergâh-ı İlâhîye çıkan, bir duâdır. Esbâb olanlar, müsebbebâtı Allah’dan isterler.

Üçüncü nevi‘ duâ: İhtiyaç dâiresinde zîşuûrların duâsıdır ki, bu da iki kısımdır. Eğer ızdırâr derecesine gelseveya ihtiyâc-ı fıtrîye tam münâsebetdâr ise veya lisân-ı isti‘dâda yakınlaşmış ise veya sâfî, hâlis kalbin lisânıyla ise, ekseriyet-i mutlaka ile makbûldür.

Terakkıyât-ı beşeriyenin kısm-ı a‘zamı ve keşfiyâtları, bir nevi‘ duâ neticesidir. Havârik-i medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyâtlarına medâr-ı iftihâr zannettikleri emirler, ma‘nevî bir duâ neticesidir. Hâlis bir lisân-ı isti‘dâd ile istenilmiş, onlara verilmiştir. Lisân-ı isti‘dâd ile ve lisân-ı ihtiyâc-ı fıtrî ile olan duâlar dahi bir mâni‘ olmazsa ve şerâit dâhilinde ise, dâimâ makbûldürler.

İkinci kısım, meşhur duâdır. O da iki nev‘dir: Biri fiilî, biri kavlî. Meselâ çift sürmek, fiilî bir duâdır. Rızkı topraktan değil, belki toprak hazîne-i rahmetin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı saban ile çalar.

Sâir kısımların tafsîlâtını tayyedip, yalnız kavlî duânın bir-iki sırlarını, gelecek iki-üç nüktede söyleyeceğiz.

İkinci Nükte: Duânın te’sîri azîmdir. Hususan duâ külliyet kesb ederek devam etse, netice vermesi gālibdir. Belki dâimîdir. Hatta denilebilir ki, sebeb-i hilkat-i âlemin birisi de, duâdır. Yani kâinâtın hilkatinden sonra, başta nev‘-i beşer ve onun başında âlem-i İslâm ve onun başında Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muazzam olan duâsı, bir sebeb-i hilkat-i âlemdir. Yani Hâlik-ı Âlem, istikbâlde o zâtı nev‘-i beşer nâmına, belki mevcûdât hesabına bir saadet-i ebediye, bir mazhariyet-i esmâ-yı İlâhiye isteyecek bilmiş, o gelecek duâyı kabul etmiş, kâinâtı halketmiş. Madem duânın bu derece azîm ehemmiyeti ve vüs‘ati vardır; hiç mümkün müdür ki, bin üç yüz elli senede, her vakitte, nev‘-i beşerden üç yüz milyon cin ve ins

Sayfa 130

ve melek ve rûhâniyâttan had ve hesaba gelmez mübârek zâtlar, bil’ittifâk Zât-ı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında rahmet-i uzmâ-yı İlâhiye ve saadet-i ebediye ve husûl-ü maksûd için duâları, nasıl kabul olmasın? Hiçbir cihetle mümkün müdür ki, o duâları reddedilsin?

Madem bu kadar külliyet ve vüs‘at ve devam kesb edip, lisân-ı isti‘dâd ve ihtiyâc-ı fıtrî derecesine gelmiş. Elbette o Zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, duâ neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir ki, bütün ukūl toplansa, bir akıl olsalar, o makamın hakîkatini tamamıyla ihâta edemezler. İşte ey müslüman! Senin rûz-u mahşerde böyle bir şefîin var. Bu şefîin şefâatini kendine celb etmek için, sünnetine ittibâ‘et!

Eğer desen: “Madem o Habîbullâhtır. Bu kadar salavât ve duâya ne ihtiyacı var?”

Elcevab: O Zât (asm) umum ümmetinin saadetiyle alâkadâr ve bütün efrâd-ı ümmetinin her nevi‘ saadetleriyle hissedardır. Ve her nevi‘ musibetleriyle endişedârdır. İşte, kendi hakkında merâtib-i saadet ve kemâlât hadsiz olmakla beraber, hadsiz efrâd-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ‘-ı saadetlerini harâretle arzu eden ve hadsiz envâ‘-ı şekāvetlerinden müteessir olan bir zât, elbette hadsiz salavât ve duâ ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.

Eğer desen: “Bazen kat‘î olacak işler için duâ edilir. Meselâ, husûf ve küsûf namazındaki duâ gibi. Hem bazen hiç olmayacak şeyler için duâ edilir.”

Elcevab: Başka Sözler’de îzâh edildiği gibi, duâ bir ibâdettir. Abd, kendi aczini ve fakrını duâ ile i‘lân eder. Zâhirî maksadlar ise, o duânın ve o ibâdet-i duâiyenin vakitleridir. Hakîkî fâideleri değil. İbâdetin fâidesi âhirete bakar. Dünyevî maksadlar hâsıl olmazsa, “O duâ kabul olmadı” denilmez. Belki “Daha duânın vakti bitmedi” denilir. Hem hiç mümkün müdür ki, bütün ehl-i îmânın, bütün zamanlarda mütemâdiyen kemâl-i hulûs ve iştiyâk ve duâ ile istedikleri saadet-i ebediye onlara verilmesin? Ve bütün kâinâtın şehâdetiyle hadsiz rahmeti bulunan o Kerîm-i Mutlak, o Rahîm-i Mutlak, bütün onların o duâsını kabul etmesin ve saadet-i ebediye vücûd bulmasın?

Sayfa 131

Üçüncü Nükte: Duâ-yı kavlî-i ihtiyârînin makbûliyeti iki cihetledir. Ya aynı matlûbu ile makbûl olur. Veyahud daha evlâsı verilir. Meselâ, birisi kendine bir erkek evlâd ister. Cenâb-ı Hakk Hazret-i Meryem (ra) gibi bir kız evlâdını veriyor. “Duâsı kabul olunmadı” denilmez. “Daha evlâ bir sûrette kabul edildi” denilir. Hem bazen kendi dünyasının saadeti için duâ eder. Duâsı âhiret için kabul olunur. “Duâsı reddedildi” denilmez. Belki “Daha enfâ‘ bir sûrette kabul edildi” denilir ve hâkezâ. Madem Cenâb-ı Hakk Hakîm’dir. Biz ondan isteriz. O da bize cevab verir. Fakat hikmetine göre bizimle muâmele eder. Hasta, tabîbin hikmetini ithâm etmemeli. Hasta bal ister, tabîb-i hâzık sıtması için sulfato verir. “Tabîb beni dinlemedi” denilmez. Belki âh ü fîzârını dinledi, işitti, cevab da verdi. Maksûdun iyisini yerine getirdi.

Dördüncü Nükte: Duânın en güzel, en latîf, en lezîz, en hazır meyvesi neticesi şudur ki: Duâ eden adam bilir ki, birisi var ki, onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli, her şeye yetişir. Bu büyük dünya hânında o yalnız değil. Bir Kerîm zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyâcâtını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def‘ edebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah, bir inşirâh duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ der.

Beşinci Nükte: Duâ, ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir îmânın neticesidir. Çünkü duâ eden adam duâsı ile gösteriyor ki, bütün kâinâta hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılâı var ve bilir. En uzak maksadlarımı yapabilir. Benim her hâlimi görür, sesimi işitir. Öyle ise, bütün mevcûdâtın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki, en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum. İşte duânın verdiği hâlis tevhîdin genişliğine ve gösterdiği nûr-u îmânın halâvet ve sâfîliğine bak. قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّ۪ى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ sırrını anla. Ve وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُون۪ٓى اَسْتَجِبْ لَكُمْ fermanını dinle. اَگَرْ نَه خَواه۪ى دَادْ، نَه دَاد۪ى خَواهْ denildiği gibi, “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ الْاَزَلِ اِلَي الْاَبَدِ عَدَدَ مَا ف۪ي عِلْمِ اللّٰهِ وَعَلٰٓي اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ وَسَلِّمْ سَلِّمْنَا وَسَلِّمْ د۪ينَنَٓا اٰم۪ينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

Sayfa 132

Yirmi Dördüncü Mektub’un İkinci Zeyli

Mi‘râc-ı Nebevî hakkındadır

بِاسْمِه۪

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰي ٭ عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰي ٭ عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوٰي ٭ اِذْ يَغْشَي السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰي ٭ مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰي ٭ لَقَدْ رَاٰي مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰي ٭

Mevlid-i Nebevînin Mi‘râciye kısmında “Beş Nükte” yi beyân edeceğiz.

Birinci Nükte: Cennetten getirilen Burâk’a dâir, Mevlid yazan Süleyman Efendi hazîn bir aşk mâcerâsını beyân ediyor. O zât ehl-i velâyet olduğu ve rivâyete binâ ettiği için, elbette bir hakîkati o sûretle ifade ediyor.

Hakîkat şu olmak gerektir ki:

Âlem-i bekānın mahlûkları, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûruyla pek alâkadârdırlar. Çünkü onun getirdiği nûr iledir ki, cennet ve dâr-ı âhiret, cin ve ins ile şenlenecek. Eğer o olmasaydı, o saadet-i ebediye olmazdı. Ve cennetin her nevi‘ mahlûkātından istifâdeye müsteid olan cin ve ins, cenneti şenlendirmeyeceklerdi. Bir cihette sâhibsiz, vîrâne kalacaktı. Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dalı’nda beyân edildiği gibi, nasıl ki bülbülün güle karşı dâsitâne-i aşkı, tâife-i hayvânâtın tâife-i nebâtâta derece-i aşka bâliğ olan ihtiyâcât-ı şedîde-i aşknümâyı, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanâtın erzâklarını taşıyan kāfile-i nebâtâta karşı i‘lân etmek için bir hatîb-i Rabbânî olarak, başta bülbül-ü gül ve her nevi‘den bir nev‘-i bülbül intihâb edilmiş. Ve onların nagamâtı dahi, nebâtâtın en güzellerinin başlarında hoş-âmedî nev‘inden tesbîhkârânebir hüsn-ü istikbâldir, bir alkışlamadır.

Aynen bunun gibi, sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesîle-i saadet-i dâreyn ve Habîb-i Rabbü’l-Âlemîn olan Zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı, nasıl ki melâike nev‘inden Hazret-i Cebrâîl Aleyhisselâm kemâl-i muhabbetle hizmetkârlık ediyor.

Sayfa 133

Melâikelerin Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’a inkıyâd ve itâatini ve sırr-ı sücûdunu gösteriyor. Öyle de ehl-i cennetin, hatta cennetin hayvanât kısmının dahi o zâta karşı alâkaları, bindiği Burak’ın hissiyât-ı âşıkānesiyle ifade edilmiştir.

İkinci Nükte: Mi‘râc-ı Nebevîdeki mâcerâlardan birisi, Cenâb-ı Hakk’ın Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı muhabbet-i münezzehesi, “Sana âşık olmuşum” ta‘bîriyle ifade edilmiş. Şu ta‘bîrât, Vâcibü’l-Vücûd’un kudsiyetine ve istiğnâ-yı zâtîsine ma‘nâ-yı örfî ile münâsib düşmüyor. Madem Süleyman Efendi’nin mevlidi, rağbet-i âmmeye mazhariyeti delâletiyle, o zât ehl-i velâyettir ve ehl-i hakîkattir, elbette irâe ettiği ma‘nâ sahîhtir. Ma‘nâ da budur ki:

Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un hadsiz cemâl ve kemâli vardır. Çünkü bütün kâinâtın aksamına inkısâm etmiş olan cemâl ve kemâlin bütün envâı, onun cemâl ve kemâlinin emâreleri, işaretleri, âyetleridir.

İşte her halde cemâl ve kemâl sâhibi, bilbedâhe cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever, elbette esmâsının cemâlini gösteren san‘atını sever. Öyle ise, cemâl ve kemâline ayna olan masnûâtını dahi sever. Madem cemâl ve kemâlini göstereni sever, elbette cemâl ve kemâl-i esmâsına işaret eden mahlûkātının mehâsinini sever. Bu beş nevi‘ muhabbete Kur’ân-ı Hakîm âyâtıyla işaret ediyor.

İşte Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, madem masnûât içinde en mükemmel ferddir ve mahlûkāt içinde en mümtâz şahsiyettir.

Hem san‘at-ı İlâhiyeyi bir velvele-i zikir ve tesbîh ile teşhîr ediyor ve istihsân ediyor. Hem esmâ-yı İlâhiyedeki cemâl ve kemâl hazinelerini lisân-ı Kur’ân ile açmıştır. Hem kâinâtın âyât-ı tekvîniyesinin Sâni‘inin kemâline delâletlerini, parlak ve kat‘î bir sûrette lisân-ı Kur’ânla beyân ediyor. Hem küllî ubûdiyetiyle, rubûbiyet-i İlâhiyeye aynadârlık ediyor.

Hem mâhiyetinin câmiiyetiyle, bütün esmâ-yı İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.

Elbette bunun için denilebilir ki: Cemîl-i Zülcelâl kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyîne-i zîşuûru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever.

Sayfa 134

Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak aynası olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.

Hem san‘atını sevdiği için, elbette onun san‘atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinâtta neşreden ve semâvâtın kulağını çınlatan berr ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbîh ile i‘lân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve ona ittibâ‘ edenleri de sever.

Hem masnûâtını sevdiği için, o masnûâtın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuûru ve zîşuûrun en efdali olan insanları ve insanların bil’ittifâk en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı elbette daha ziyâde sever.

Hem kendi mahlûkātının mehâsin-i ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil’ittifâk en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve derecâta göre ona benzeyenleri dahi sever. Demek Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinâtı ihâta etmiş.

İşte o hadsiz mahbûblar içindeki mezkûr beş vechinin her bir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsûstur ki, “Habîbullâh” lakabı ona verilmiş.

İşte bu en yüksek makam-ı mahbûbiyeti Süleyman Efendi, “Ben sana âşık olmuşum” ta‘bîriyle beyân etmiştir. Şu ta‘bîr, bir mirsâd-ı tefekkürdür. Gayet uzaktan uzağa bu hakîkate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu ta‘bîr şe’n-i rubûbiyete münâsib olmayan ma‘nâyı hayâle getiriyor. En iyisi şu ta‘bîr yerine: “Ben senden râzı olmuşum” denilmeli.

Üçüncü Nükte: Mi‘râciyedeki mâcerâlar, ma‘lûmumuz olan ma‘nâlarla, o kudsî ve nezîh hakîkatleri ifade edemiyor. Belki o muhâvereler, birer ünvân-ı mülâhazadır, birer mirsâd-ı tefekkürdür. Ve ulvî ve derin hakāike birer işarettir. Ve îmânın bir kısım hakāikine birer ihtârdır. Ve kābil-i ta‘bîr olmayan bazı ma‘nâlara birer kinâyedir. Yoksa ma‘lûmumuz olan ma‘nâlar ile bir mâcerâ değil. Biz hayalimiz ile o muhâverelerden o hakîkatleri alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i îmânî ve nûrânî bir neş’e-i rûhâniye alabiliriz. Çünkü nasıl Cenâb Hakk’ın zât ve sıfâtında, nazîr ve şebîh ve misli yoktur.

Sayfa 135

Öyle de, şuûnât-ı rubûbiyetinde misli yoktur. Sıfâtı, nasıl mahlûkāt sıfâtına benzemiyor, muhabbeti dahi benzemez. Öyle ise, şu ta‘birâtı müteşâbihât nev‘inden tutup, deriz ki: Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un vücûb-u vücûduna ve kudsiyetine münâsib bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve kemâl-i mutlakına muvâfık bir sûrette muhabbeti gibi bazı şuûnâtı var ki, Mi‘râciye mâcerâsıyla onu ihtâr ediyor. Mi‘râc-ı Nebevîye dâir Otuz Birinci Söz, hakāik-i Mi‘râciyeyi usûl-ü îmâniye dâiresinde îzâh etmiştir. Ona iktifâen burada ihtisâr ediyoruz.

Dördüncü Nükte: “Yetmiş bin perde arkasında Cenâb-ı Hakk’ı görmüş” ta‘bîri, bu‘diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki Vâcibü’l-Vücûd, mekândan münezzehtir. Her şeye her şeyden daha yakındır. Bu ne demektir?

Elcevab: Otuz Birinci Söz’de mufassalen burhânlar ile o hakîkat beyân edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki: Cenâb-ı Hakk, bize gayet karîbdir. Biz ondan gayet derecede uzağız. Nasıl ki güneş, elimizdeki ayna vâsıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde her bir şeffaf şey, kendine bir nevi‘ arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuûru olsaydı, bizimle aynamız vâsıtasıyla muhâbere ederdi. Fakat biz ondan dört bin sene uzağız. Bilâ-teşbîh velâ-temsîl, Şems-i Ezelî, her şeye her şeyden daha yakındır. Çünkü Vâcibü’l-Vücûd’dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey ona perde olamaz. Fakat her şey nihâyet derecede ondan uzaktır.

İşte mi‘râcın uzun mesâfesiyle وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ in ifade ettiği mesâfesizliğin sırrıyla, hem Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın gitmesinde çok mesâfeyi tayyederek gitmesi ve ân-ı vâhidde yerine gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mi‘râcı, onun seyr ü sülûküdür. Onun ünvân-ı velâyetidir. Ehl-i velâyet, nasıl ki seyr ü sülûk-ü rûhânî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakkî ile derecât-ı îmâniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.

Öyle de, bütün evliyânın sultanı olan Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havâssıyla, hem letâifiyle kırk seneye mukābil, kırk dakikada velâyetinin kerâmet-i kübrâsı olan mi‘râcı ile bir cadde-i kübrâ açarak, hakāik-i îmâniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, mi‘râc merdiveniyle Arş’a çıkmış;

Sayfa 136

“Kāb-ı Kavseyn” makamında, hakāik-i îmâniyenin en büyüğü olan îmân-ı billâh ve îmân-ı bil’âhireti aynelyakîn gözüyle müşâhede etmiş, cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş. O mi‘râcın kapısıyla açtığı cadde-i kübrâyı açık bırakmış, bütün evliyâ-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, rûhânî ve kalbî bir tarzda o mi‘râcın gölgesi içinde gidiyorlar.

Beşinci Nükte: Mevlid-i Nebevî ile Mi‘râciye’nin okunması, gayet nâfi‘ ve güzel âdettir. Ve müstahsen bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı ictimâiye-i İslâmiyenin gayet latîf ve parlak ve tatlı bir medâr-ı sohbetidir. Belki hakāik-i îmâniyenin ihtârı için en hoş ve şirin bir derstir. Belki îmânın envârını ve muhabbetullâh ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrîke en müheyyic ve müessir bir vâsıtadır. Cenâb-ı Hakk bu âdeti ebede kadar devam ettirsin. Ve Süleyman Efendi gibi mevlid yazanlara, Cenâb-ı Hakk rahmet etsin. Yerlerini Cennetü’l-Firdevs yapsın. Âmîn.

Hâtime

Madem şu kâinâtın Hâlik’ı, her nev‘de bir ferd-i mümtâz ve mükemmel ve câmi‘halk edip, o nev‘in medâr-ı fahri ve kemâli yapar. Elbette esmâsındaki İsm-i A‘zam tecellîsiyle, bütün kâinâta nisbeten mümtâz ve mükemmel bir ferdi halk edecek. Esmâsında bir İsm-i A‘zam olduğu gibi, masnûâtında da bir ferd-i ekmel bulunacak. Ve kâinâta münteşir kemâlâtı, o ferdde cem‘ edip, kendine medâr-ı nazar edecek. O ferd, her halde zîhayattan olacaktır. Çünkü envâ‘-ı kâinâtın en mükemmeli, zîhayattır. Ve her halde zîhayat içinde o ferd, zîşuûrdan olacaktır. Çünkü zîhayatın envâı içinde en mükemmeli, zîşuûrdur. Ve her halde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünkü zîşuûr içinde hadsiz terakkıyâta müsteid, insandır. Ve insanlar içinde her halde o ferd, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü zaman-ı Âdemden şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez.

Sayfa 137

Zîrâ o zât, küre-i arzın yarısını ve nev‘-i beşerin beşten birisini saltanat-ı ma‘neviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı ma‘neviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ‘-ı hakāikte bir “Üstâd-ı Küll” hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifâkıyla ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sâhib olmuş. Bidâyet-i emrinde tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyâde insanların vird-i zebânı olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ı göstermiş bir zât, elbette o ferd-i mümtâzdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.

عَلَيْهِ وَعَلٰٓى اٰلِه۪ وَصَحْبِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ بِعَدَدِ اَنْوَاعِ الْكَٓائِنَاتِ وَمَوْجُودَاتِهَا

İşte böyle bir zâtın mevlid ve mi‘râcını dinlemek, yani terakkıyâtının mebde’ ve müntehâsını işitmek, yani târîhçe-i hayat-ı ma‘neviyesini bilmek, o zâtı kendine reis ve seyyid ve imam ve şefî‘ telakkî eden mü’minlere, ne kadar zevkli, fahırlı, nûrlu, neş’eli, hayırlı bir müsâmere-i ulviye-i dîniye olduğunu anla.

Yâ Rab! Habîb-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hürmetine ve İsm-i A‘zam hakkına, şu risâleyi neşredenlerin ve rufekāsının kalblerini envâr-ı îmâniyeye mazhar ve kalemlerini esrâr-ı Kur’âniyeye nâşir eyle. Ve onlara sırât-ı müstakîmde istikamet ver. Âmîn.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

Said Nûrsî

YİRMİ BEŞİNCİ MEKTUB

Daha te’lîf edilmemiştir.

Sayfa 138

YİRMİ ALTINCI MEKTUB

بِاسْمِه۪

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

Şu Yirmi Altıncı Mektub birbiriyle münâsebeti az “Dört Mebhastır.” Birinci Mebhas: On Dokuzuncu Mektub’un On Sekizinci İşareti’nde, yalnız kulağı bulunan avâm tabakasına karşı i‘câz-ı Kur’ân fehminde o kulaklı demiş: “Şeytan bile diyemez.” cümlesine îzâhlı bir hâşiyedir.

Birinci Mebhas: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ

حُجَّةُ الْقُرْاٰنِ عَلَي الشّيْطَانِ وَحِزْبِه۪

İblîs’i ilzâm, şeytanı ifhâm, ehl-i tuğyânı iskât eden Birinci Mebhas. Bî-tarafâne muhâkeme içinde şeytanın müdhiş bir desîsesini kat‘î bir sûrette reddeden bir vâkıadır. O vâkıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeât’da yazmıştım. Şöyle ki:

Bundan on bir sene evvel, Ramazân-ı Şerîf’de, İstanbul’da, Bâyezîd Câmi‘-i Şerîfi’nde hâfızları dinliyordum. Birden şahsını görmedim, fakat ma‘nevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayâlen dinledim. Baktım ki, bana der: “Sen Kur’ân’ı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bî-tarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?”

Hakîkaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farzedip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bâyezîd’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce, ortalık karanlığa düşer. Öyle de, o farzile Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni vartaya yuvarlandırıyor.

Kur’ân’dan istimdâd ettim. Birden bir nûr kalbime geldi. Müdâfaaya kat‘î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece şeytana karşı münâzara başladı. Dedim: “Ey şeytan! Bî-tarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaz‘iyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin dediğiniz bî-tarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizâmdır.

  • YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUB

    Tılsımlar Mecmûsı'na idhâl edilmiş, buraya yazılmamıştır.

    Yirmi Dördüncü Mektub’un Birinci Zeyli

    بِاسْمِه۪

    وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

    قُلْ مَا يَعْبَؤُ بِكُمْ رَبّ۪ي لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ Yani, “Ey insanlar! Duânız olmazsa, ne ehemmiyetiniz var?” meâlindeki âyetin beş nüktesini dinle.

    Birinci Nükte: Duâ, bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir. Belki ubûdiyetin ruhu hükmündedir. Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi duâ üç nevi‘dir.

    Birinci nevi‘ duâ: İsti‘dâd lisânıyladır ki, bütün hubûbât, tohumlar, lisân-ı isti‘dâd ile Fâtır-ı Hakîm’e duâ ederler ki: “Senin nukūş-u esmâmufassal göstermek için bize neşv ü nemâ ver. Küçük hakîkatimizi sünbülle ve ağacın büyük hakîkatine çevir.”

    Hem şu isti‘dâd lisânıyla duâ nev‘inden birisi de şudur ki, esbâbın ictimâı, müsebbebin îcâdına bir duâdır. Yani esbâbbir vaz‘iyet alır ki, o vaz‘iyet bir lisân-ı hâl hükmüne geçer. Ve müsebbebi Kadîr-i Zülcelâl’den duâ eder, isterler. Meselâ su, harâret, toprak, ziyâ, bir çekirdek etrafında bir vaz‘iyet alarak, o vaz‘iyet bir lisân-ı duâdır ki, “Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlikımız!” derler. Çünkü o mu‘cize-i hârika-i kudret olan ağaç, o şuûrsuz, câmid, basit maddelere havâle edilmez, havâlesi muhâldir. Demek ictimâ‘-ı esbâb bir nevi‘ duâdır.

Item 1 of 11