Sekizinci Huccet-i Îmâniye

Sayfa 170

Sekizinci Huccet-i Îmâniye

Üçüncü Şuâ‘

Mukaddime

Bu Sekizinci Huccet-i Îmâniye olan Üçüncü Şuâ‘ Risâlesi, vücûb-u vücûda ve vahdâniyete delâlet ettiği gibi, hem delail-i kat’iyye ile rubûbiyetinin ihâtasına ve kudretinin azametine delâlet eder. Hem hâkimiyetinin ihâtasına ve rahmetinin şumûlüne dahi delâlet eder, hem isbat eder. Hem kâinâtın bütün eczâsına hikmetinin ihâtasını ve ilminin şumûlünü isbat eder. Elhâsıl, bu Sekizinci Huccet-i Îmâniye’nin her bir mukaddimesinin sekiz neticesi var. Ve bu sekiz mukaddimelerin her biri, sekiz neticeyi delilleriyle isbat eder ki, bu cihette bu Sekizinci Huccet-i Îmâniye’de yüksek meziyetler vardır.

Münâcât

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

Yâ İlâhî ve yâ Rabbî! Ben îmânın gözüyle ve Kur’ân’ın ta‘lîmiyle ve nûruyla ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle ve ism-i Hakîmin göstermesiyle görüyorum ki, semâvâtta hiçbir deverân ve hiçbir hareket yoktur ki, böyle intizâmıyla senin mevcûdiyetine işaret ve delâlet etmesin. Ve hiçbir ecrâm-ı semâviye yoktur ki, sükûtuyla, gürültüsüz vazîfe görmesiyle, direksiz durmalarıyla senin rubûbiyetine ve vahdetine şehâdeti ve işareti olmasın. Ve hiçbir yıldız yoktur ki, mevzûn hilkatiyle, muntazam vaz‘iyetiyle ve nûrânî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümâselet ve müşâbehet

Sayfa 171

sikkesiyle senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdâniyetine işaret ve şehâdette bulunmasın. Ve on iki seyyâreden hiçbirsi yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itâatli musahhariyetiyle ve intizâmlı vazîfesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle senin vücûb-u vücûduna şehâdet ve saltanat-ı ulûhiyetine işaret etmesin.

Evet, gökler sekeneleriyle, her biri tek başıyla şehâdet ettikleri gibi, hey’et-i mecmûasıyla derece-i bedâhette şehâdet ederler.

Ey zemini ve gökleri yaratan yaratıcı! Senin vücûb-u vücûduna öyle zâhir şehâdet; ve ey zerrâtı muntazam mürekkebâtıyla tedbîrini gören ve idare eden; ve bu seyyâre yıldızları manzûm peykleriyle döndüren ve emrine itâat ettiren! Senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehâdet ederler ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nûrânî burhânlar ve parlak deliller, o şehâdeti tasdîk ederler.

Hem bu sâfî, temiz, güzel gökler, fevkalâde büyük ve fevkalâde sür‘atli ecrâmıyla, muntazam bir ordu ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaz‘iyetini göstermesi cihetiyle, senin rubûbiyetinin haşmetine ve her şeyi îcâd eden kudretinin azametine zâhir delâlet; ve hadsiz semâvâtı ihâta eden hâkimiyetinin ve her zîhayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret; ve bütün mahlûkāt-ı semâviyenin bütün işlerine ve keyfiyetlerine taalluk eden ve avucuna alan ve tanzîm eden ilminin her şeyi ihâtasına; ve hikmetinin her şeye şumûlüne şübhesiz şehâdet ederler. Ve o şehâdet ve delâlet o kadar zâhirdir ki, güya yıldızlar, şâhid olan göklerin şehâdet kelimeleri ve tebessüm eden nûrânî delilleridirler.

Hem semâvât meydanında ve denizinde ve fezâsındaki yıldızlar ise, mutî‘ neferler, muntazam sefîneler, hârika tayyâreler, acâib lâmbalar gibi vaz‘iyetleriyle senin saltanat-ı ulûhiyetinin şa‘şaasını gösteriyorlar. Ve o ordunun efradından olan güneşimizin seyyârelerinde ve zeminimizdeki vazîfelerinin delâlet ve ihtârıyla, güneşin sâir arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar, vazîfesiz değiller. Belki bâkî olan âlemlerin güneşleridirler.

Sayfa 172

Ey Vâcibü’l-Vücûd ve ey Vâhid-i Ehad! Bu hârika yıldızlar ve bu acîb güneşler ve aylar, senin mülkünde, senin semâvâtında, senin emrinle, senin kuvvet ve kudretinle ve senin irâde ve tedbîrinle teshîr, tanzîm ve tavzîf edilmişler. Bütün bu ecrâm-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden tek bir Hâlik’a tesbîh ederler, tekbîr ederler. Lisân-ı hâlleriyle “Sübhânallâh, Allâhü Ekber” derler. Ben dahi onların bütün tesbîhâtlarıyla seni takdîs ederim.

Ey şiddet-i zuhûrundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyâsından ihtifâ etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl! Ey Kādir-i Mutlak! Kur’ân-ı Hakîm’inin dersiyle, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ta‘lîmiyle anladım ki, nasıl ki gökler ve yıldızlar, senin mevcûdiyetine ve vahdetine şehâdet ederler. Öyle de cevv-i semâ, bulutlarıyla ve şimşekleriyle ve ra‘dlarıyla ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla senin vücûb-u vücûduna ve vahdetine şehâdet ederler. Evet, câmid, şuûrsuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru muhtaç olan zîhayatların imdâdına göndermesi, ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir. Karmakarışık tesâdüf, bu işe karışamaz.

Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevâid-i tenvîriyesine işaret ederek ondan istifâdeye teşvîk eden şimşek ise, senin fezâdaki kudretini güzelce tenvîr eder. Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezâyı konuşturan ve tesbîhâtının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra‘dât dahi, lisân-ı kāl ile konuşarak seni takdîs edip rubûbiyetine şehâdet eder.

Hem zîhayatların yaşamasına en lüzûmlu rızkı ve istifâdece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfûsları rahatlandırmak gibi pek çok vazîfelerle tavzîf edilen rüzgârlar dahi, cevvi bir hikmete binâen âdetâ levh-i mahv u isbat, yani ‘yazar, ifade eder, sonra bozar’ tahtası suretine çevirmekle, senin kudretinin fa‘âliyetine işaret ve senin vücûduna şehâdet ettiği gibi, senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi, mevzûn ve muntazam katreleri kelimeleriyle senin vüs‘at-i rahmetine ve geniş şefkatine şehâdet eder.

Sayfa 173

Ey Mutasarrıf-ı Fa‘âl ve Ey Feyyâz-ı Müteâl! Senin vücûb-u vücûduna şehâdet eden bulutlar, berkler, ra‘dlar, rüzgârlar, yağmurlar birer birer şehâdet ettikleri gibi; hey’et-i mecmûasıyla, keyfiyetçe birbirinden uzak, mâhiyetçe birbirine muhâlif olmakla beraber; birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazîfesine yardım etmek haysiyetiyle senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler. Hem koca fezâyı mahşer-i acâib yapan ve bazı günlerde birkaç def‘a doldurup boşaltan rubûbiyetinin haşmetine; ve o geniş cevvi yazar, değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulattırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve her bir şeye şumûlüne şehâdet ettikleri gibi, umum zemine ve bütün mahlûkāta cevv perdesi altında bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve her şeye yetiştiklerine delâlet eder.

Hem fezâdaki hava, o kadar hakîmâne vazîfelerde istihdâm olunuyor ki, bulut ve yağmur, o kadar alîmâne fâidelerde isti‘mâl olunuyorlar ki, her şeyi ihâta eden bir ilim ve her şeye şâmil bir hikmet olmazsa, o isti‘mâlât ve o istihdâmât olamaz.

Ey Fa‘âlün Limâ Yürîd! Cevv-i fezâdaki fa‘âliyetinle her vakit bir numûne-i haşir ve kıyâmet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gaybe göndermek misillü şuûnâtta bulunan kudretin, dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuûnât-ı sermediyeyi gösterecek işaretini veriyor.

Ey Kadîr-i Zülcelâl! Cevv-i fezâdaki hava, bulut, yağmur, berk, ra‘d senin mülkünde, senin emrin ve havlin ile, senin kuvvet ve kudretinle musahhar ve vazîfedârdırlar. Mâhiyetçe birbirinden uzak olan bu fezâ mahlûkātı, gayet sür‘atli ve ânî emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itâat ettiren âmir ve hâkimlerini takdîs ediyorlar. Ve rahmetini medh ü senâ ediyorlar.

Ey arz ve semâvâtın Hâlik-ı Zülcelâl’i! Senin Kur’ân-ı Hakîm’inin ta‘lîmiyle ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle îmân ettim, bildim ki: Nasıl semâvât yıldızlarıyla ve cevv-i fezâ müştemelâtıyla senin vücûb-u vücûduna

Sayfa 174

ve senin birliğine ve vahdetine şehâdet ediyorlar. Öyle de arz, bütün mahlûkātıyla ve ahvâliyle senin mevcûdiyetine ve vahdetine, mevcûdâtı adedince şehâdetler ve işaretler ederler. Evet, zeminde hiçbir tahavvül olmaz ki, ağaçlarında ve hayvanlarında her senede urbalarını değiştirmek gibi, hem cüz’î olsun, küllî olsun hiçbir tebeddül yoktur ki, intizâmâtıyla senin vücûduna ve vahdetine işaret etmesin. Hem hiçbir hayvan yoktur ki, za‘fiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmâne rızkıyla ve yaşamasına lüzûmu bulunan cihâzâtının hakîmâne verilmesiyle senin varlığına ve birliğine şehâdeti olmasın.

Hem her baharda gözümüz önünde îcâd edilen nebâtât ve hayvanâttan hiçbiri yoktur ki, san‘at-ı acîbesiyle ve latîf ziynetiyle ve tam temeyyüzüyle ve intizâmıyla ve mevzûniyetiyle seni bildirmesin. Ve zemin yüzünü dolduran ve nebâtât ve hayvanât denilen kudretinin hârikaları ve mu‘cizeleri olan mahlûkātın, maddeleri bir ve mahdûd ve müteşâbih bulunan yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbelerden ve habbeciklerden ve çekirdeklerden yanlışsız, gayet mükemmel, süslü, alâmet-i fârikalı olarak yaratılışları, Sâni‘-i Hakîmlerinin vücûduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle kuvvetli bir şehâdettir ki, ziyânın güneşe şehâdetinden daha kuvvetli ve daha parlaktır.

Hem hava, su, nûr, ateş ve toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki, şuûrsuzluklarıyla beraber, şuûrkârâne, gayet mükemmel vazîfeleri görmeleriyle; ve basit ve istîlâ edici, intizâmsız, her yere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi‘ meyveleri ve mahsûlleri hazîne-i gaybden getirmeleriyle senin birliğine ve varlığına şehâdetleri bulunmasın.

Ey Fâtır-ı Kādir ve ey Fettâh-ı Allâm ve ey Fa‘âl-ı Hallâk! Nasıl arz, bütün sekenesiyle Hâlikının Vâcibü’l-Vücûd olduğuna şehâdet eder. Öyle de, senin Ey Vâhid-i Ehad ve ey Hannân-ı Mennân ve ey Vehhâb-ı Rezzâk! Vahdetine ve ehadiyetine yüzündeki sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rubûbiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olması cihetinde, bedâhet derecesinde senin vahdetine ve ehadiyetine şehâdet, belki mevcûdât adedince şehâdetler eder.

Sayfa 175

Hem nasıl, zemin bir ordugâh, bir meşher, bir ta‘lîmgâh olması vaz‘iyetiyle, nebâtât ve hayvanât fırkalarında bulunan dört yüz bin muhtelif milletlerin, ayrı ayrı olan cihâzâtlarının muntazaman verilmesiyle senin rubûbiyetinin haşmetine ve kudretinin her şeye yetiştiğine delâlet eder. Öyle de, hadsiz bütün zîhayatların ayrı ayrı rızıkları, vakti vaktine, kuru ve basit bir topraktan rahîmâne ve kerîmâne verilmesiyle, hadsiz o efradın kemâl-i musahhariyetle evâmir-i Rabbâniyene itâatleri, rahmetinin her şeye şumûlünü ve hâkimiyetinin her şeye ihâtasını gösteriyor.

Hem zeminde değişmekte olan mahlûkāt kafilelerinin sevk ve idareleri, mevt ve hayatın münâvebeleri ve hayvanât ve nebâtâtın idare ve tedbîrleri dahi, her şeye taalluk eden bir ilim ile ve her şeyde hükmeden nihâyetsiz bir hikmet ile olabilmesi, senin ihâta-i ilmine ve hikmetine delâlet eder.

Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazîfeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi isti‘dâd ve ma‘nevî cihâzât ile techîz edilen ve zeminin mevcûdâtına tasarruf eden insan için, bu ta‘lîmgâh-ı dünyâda ve bu muvakkat ordugâh-ı zemînde ve bu muvakkat meşherde, bu kadar ehemmiyet ve bu kadar hadsiz masraf ve bu nihâyetsiz tecelliyât-ı rubûbiyet ve bu hadsiz hitâbât-ı Sübhâniye ve bu gayetsiz ihsânât-ı İlâhiye, elbette ve her halde bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata ve bu belâlı fânî dünyaya sığışmaz. Belki, ancak başka ve ebedî bir ömür ve bâkî bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekāda bulunan ihsânât-ı uhreviyeye işaret eder, belki şehâdet eder.

Ey Hâlik-ı Küll-i Şey’! Zeminin bütün mahlûkātı, senin mülkünde, senin arzında, senin havl ve kuvvetinle ve senin kudretin ve irâdetin ile ve ilmin ve hikmetinle idare olunuyorlar ve musahhardırlar. Ve zemin yüzünde fa‘âliyeti müşâhede edilen bir rubûbiyet, öyle bir ihâta ve şumûl gösteriyor. Ve onun idaresi ve tedbîri ve terbiyesi, öyle mükemmel ve öyle hassâstır ki ve her taraftaki icrââtı, öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki, tecezzî kabul etmeyen bir küll ve inkısâmı imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rubûbiyet olduğunu bildiriyor. Hem zemin, bütün sekenesiyle beraber lisân-ı kālden daha zâhir hadsiz lisânlarla Hâlikını takdîs ve tesbîh ve nihâyetsiz ni‘metlerinin lisân-ı hâlleriyle Rezzâk-ı Zülcelâl’inin hamdini ve medh ü senâsını ediyorlar.

Sayfa 176

Ey şiddet-i zuhûrundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyâsından istitâr etmiş olan Zât-ı Akdes! Zeminin bütün takdîsât ve tesbîhâtıyla, seni bütün kusurdan, aczden, şerîkten takdîs ve bütün tahmîdât ve senâlarıyla sana hamd ve şükrederim.

Ey Rabbü’l-Berri ve’l-Bahr! Kur’ân’ın dersiyle ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ta‘lîmiyle anladım ki: Nasıl gökler ve fezâ ve zemin, senin birliğine ve varlığına şehâdet ederler. Öyle de, bahirler ve nehirler, çeşmeler ve ırmaklar, senin vücûb-u vücûduna ve vahdetine bedâhet derecesinde şehâdet ederler. Evet, bu dünyamızın menba‘-ı acâib buhar kazanları hükmünde olan denizlerde, hiçbir mevcûd, hatta hiçbir katre su yoktur ki, vücûduyla, intizâmıyla, menfaatiyle ve vaz‘iyetiyle Hâlikını bildirmesin. Ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel bir surette verilen garib mahlûklardan; ve hilkatleri gayet muntazam hayvânât-ı bahriyeden, hususan bir tanesi bir milyon yumurtacıklarıyla denizleri şenlendiren balıklardan hiçbirisi yoktur ki, hilkatiyle ve vazîfesiyle ve idare ve iâşesiyle ve tedbîr ve terbiyesiyle, yaratanına işaret ve Rezzâk’ına şehâdet etmesin. Hem denizlerde kıymetdar, hâsiyetli, ziynetli cevherlerden hiçbirisi yoktur ki, güzel hilkatiyle ve câzibedâr fıtratıyla ve menfaatli hâsiyetiyle seni tanıtmasın, bildirmesin.

Evet, onlar birer birer şehâdet ettikleri gibi, hey’et-i mecmûasıyla beraberlik ve birbiri içine karışmak ve sikke-i hilkatte birlik ve îcâdça gayet kolaylık ve efradca gayet çokluk noktalarından senin vahdetine şehâdet ettiği gibi; bu küre-i arzı toprağıyla ve kuşatan muhît denizleriyle birlikte muallakta durdurmak; ve dökmeden ve dağıtmadan güneşin etrafında gezdirmek; ve denizlere, toprağı istîlâ ettirmemek; ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi‘ ve muntazam hayvanâtını ve cevherlerini halketmek; ve erzâk ve sâire umûrlarını, küllî ve tam bir surette idare etmek ve tedbîrlerini görmek; ve yüzlerinde bulunması lâzım gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmaması noktalarından, senin varlığına ve Vâcibü’l-Vücûd olduğuna, mevcûdâtı adedince işaretler ederek şehâdet eder.

Ve senin saltanat-ı rubûbiyetinin haşmetine ve her şeye muhît olan kudretinin azametine pek zâhir delâlet ettikleri gibi,

Sayfa 177

göklerin fevkındeki gayet büyük ve muntazam yıldızlardan, tâ denizlerin diplerinde bulunan gayet küçücük ve intizâmla iâşe edilen balıklara kadar her şeye yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine delâlet; ve intizâmâtıyla ve fâideleriyle ve hikmetleriyle ve mîzân ve mevzûniyetleriyle, senin her şeye muhît olan ilmine ve her şeye şâmil olan hikmetine işaret ederler.

Ve senin bu misâfirhâne-i dünyâda yolcuların için böyle rahmet havuzların bulunması ve insanın seyr ü seyahatine ve gemisine ve istifâdesine musahhar olması işaret eder ki, yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikrâm eden zât, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar, onların fânî ve küçük numûneleridirler.

İşte denizlerin böyle gayet hârika bir tarzda arzın etrafında vaz‘iyet-i acîbesiyle bulunması ve denizlerin mahlûkātı dahi gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi, bilbedâhe gösterir ki, yalnız senin kuvvetin ve kudretin ile ve senin irâde ve tedbîrin ile, senin mülkünde, senin emrine musahhardırlar. Ve lisân-ı hâlleriyle Hâlikını takdîs edip “Allâhü Ekber” derler.

Ey dağları zemin sefînesine hazineli direkler yapan Kadîr-i Zülcelâl! Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ta‘lîmiyle ve Kur’ân-ı Hakîm’inin dersiyle anladım ki: Nasıl denizler, acâibleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de, dağlar dahi zelzele te’sîrâtından zeminin sükûnetine; ve içindeki dâhilî inkılâbât fırtınalarından sükûtuna; ve denizlerin istîlâsından kurtulmasına ve havanın gāzât-ı muzırradan tasfiyesine; ve suyun muhâfaza ve iddihârlarına; ve zîhayatlara lâzım olan ma‘denlerin hazinedârlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.

Evet, dağlardaki taşların envâından ve muhtelif hastalıklara ilaç olan maddelerin aksâmından ve zîhayata, hususan insanlara çok lâzım olan ve çok mütenevvi‘ olan ma‘deniyâtın ecnâsından ve dağları ve sahrâları, çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebâtâtın esnâfından hiçbirisi yoktur ki,

Sayfa 178

tesâdüfe havâlesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizâmlarıyla, hüsn-ü hilkatiyle, fâideleriyle, hususan ma‘deniyâtın tuz, limon tuzu, sulfato ve şap gibi sureten birbirine benzemekle beraber, tatlarının şiddet-i muhâlefetiyle; ve bilhassa nebâtâtın basit bir topraktan çeşit çeşit envâ‘larıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle nihâyetsiz Kadîr, nihâyetsiz Hakîm, nihâyetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâni‘in vücûb-u vücûduna bedâhetle şehâdet ettikleri gibi; hey’et-i mecmûasındaki vahdet-i idâre ve vahdet-i tedbîr ve menşe’ ve mesken ve hilkat ve san‘atça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından o Sâni‘in vahdetine ve ehadiyetine şehâdet ederler.

Hem nasıl ki dağların yüzlerinde ve karınlarındaki masnû‘lar, zeminin her tarafında, her bir nev‘ aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş diğer bir işe mâni‘ olmadan sâir nev‘lerle beraber karışık iken, karıştırmaksızın îcâdları, senin rubûbiyetinin haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delâlet eder. Öyle de, zeminin yüzündeki bütün zîhayat mahlûkların hadsiz hâcetlerini, hatta mütenevvi‘ hastalıklarını, hatta muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştihâlarını tatmîn edecek bir surette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcâr ve nebâtât ve ma‘deniyâtla doldurması ve muhtaçlara teshîr etmesi cihetiyle senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetinin nihâyetsiz vüs‘atine delâlet; ve toprak tabakātı içinde gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde, bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizâmıyla, hâcetlere göre ihzâr edilmeleriyle, senin her şeye taalluk eden ilminin ihâtasına ve her bir şeyi tanzîm eden hikmetinin bütün eşyâya şumûlüne; ve ilaçların ihzârâtı ve ma‘denî maddelerin iddihârâtıyla, rubûbiyetinin rahîmâne ve kerîmâne olan tedâbîrinin mehâsinine ve inâyetinin ihtiyâtletâifine pek zâhir bir surette işaret ve delâlet ederler.

Hem bu dünya hânında misafir yolcular için koca dağların levâzımâtlarına ve istikbâldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyât deposu ve cihâzât anbarı ve hayata lüzûmu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olması cihetinde işaret eder ki, belki delâlet eder ki, belki şehâdet eder ki, bu kadar kerîm ve misafirperver ve bu kadar hakîm ve

Sayfa 179

şefkatperver ve bu kadar kadîr ve rubûbiyetperver bir Sâni‘in, elbette ve her halde çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsânâtının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazîfeyi görürler.

Ey Kādir-i Küll-i Şey’! Dağlar ve içindeki mahlûklar, senin mülkünde ve senin kuvvet ve kudretinle ve ilim ve hikmetinle musahhar ve müddehardırlar. Onlar kendilerini bu tarzda tavzîf ve teshîr eden Hâlikını takdîs ve tesbîh ederler.

Ey Hâlik-ı Rahmân ve ey Rabb-i Rahîm! Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ta‘lîmiyle ve Kur’ân-ı Hakîm’inin dersiyle anladım. Nasıl ki semâ ve fezâ ve arz ve deniz ve dağ, müştemelâtıyla ve mahlûklarıyla beraber seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de, zemindeki bütün ağaçlar ve nebâtât, yaprakları ve çiçekleriyle ve meyveleriyle seni bedâhet derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar. Ve umum eşcârın ve nebâtâtın cezbedârâne hareket-i zikriyede bulunan yapraklarından ve ziynetleriyle Sâni‘inin isimlerini tavsîf ve ta‘rîf eden çiçeklerinden ve letâfetlerinden ve cilve-i merhametlerinden tebessüm eden meyvelerinden her birisi, tesâdüfe havâlesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan hârika san‘at içindeki nizâmıyla ve nizâm içindeki mîzânıyla ve mîzân içindeki ziynetiyle ve ziynet içindeki nakışlarıyla ve nakışlar içindeki güzel ve ayrı ayrı kokularıyla ve kokular içindeki meyvelerin muhtelif tatlarıyla, nihâyetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâni‘in vücûb-u vücûduna bedâhet derecesinde şehâdet ettikleri gibi; hey’et-i mecmûasıyla, bütün zemin yüzünde birlik ve beraberlik ve birbirine benzemeklik ve sikke-i hilkatte müşâbehet ve tedbîr ve idarede münâsebet ve onlara taalluk eden îcâd fiillerinde ve Rabbânî isimlerde muvâfakat ve o yüz bin envâın hadsiz efradlarını birbiri içinde, şaşırmayarak birden idareleri gibi noktalarıyla, o Vâcibü’l-Vücûd olan Sâni‘in bilbedâhe vahdetine ve ehadiyetine dahi şehâdet ederler.

Hem nasıl ki onlar, senin vücûb-u vücûduna ve vahdetine şehâdet ediyorlar. Öyle de, rûy-u zemînde dört yüz bin milletlerden teşekkül eden zîhayat ordusundaki hadsiz efradın yüz binler tarzda iâşe ve idarelerinin şaşırmayarak, karıştırmayarak mükemmel yapılmasıyla, senin rubûbiyetinin vahdâniyetteki haşmetine ve bir baharı

Sayfa 180

bir çiçek kadar kolay îcâd eden kudretinin azametine ve her şeye taallukuna delâlet ettikleri gibi; koca zeminin her tarafında hadsiz hayvanâtına ve insanlara hadsiz taâmların çeşit çeşit aksâmını ihzâr eden rahmetinin hadsiz genişliğine ve o hadsiz işler ve in‘âmlar ve idareler ve iâşeler ve icrââtların kemâl-i intizâmla cereyânları ve her şeyin, hatta zerrelerin o emirlere ve icrââta itâat ve musahhariyetleriyle hâkimiyetinin hadsiz vüs‘atine kat‘î delâlet etmekle beraber; o ağaçların ve nebâtların ve her bir yaprağın ve çiçeğin ve meyvenin ve kök ve dal ve budak gibi her birisinin, her bir şeyinin ve her bir işinin, bilerek ve görerek fâidelere, maslahatlara, hikmetlere göre yapılmasıyla senin ilminin her şeye ihâtasına ve hikmetinin her şeye şumûlüne pek zâhir bir surette delâlet ederler. Ve hadsiz parmaklarıyla işaret ederler. Ve senin gayet kemâldeki cemâl-i san‘atını ve nihâyet cemâldeki kemâl-i ni‘metini hadsiz dilleriyle senâ ve medhederler.

Hem bu muvakkat handa ve bu fânî misafirhânede ve kısa bir zamanda ve az bir ömürde, eşcâr ve nebâtâtın elleriyle bu kadar kıymetdar ihsânlar ve ni‘metler ve bu kadar fevkalâde masraflar ve ikrâmlar, işaret eder, belki şehâdet eder ki, burada misafirlerine böyle merhametler yapan kudretli, keremkâr Zât-ı Rahîm, bütün ettiği masrafı ve ihsânı, kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yani bütün mahlûkāt tarafından “Bize tattırdı. Fakat yedirmeden bizi i‘dâm etti” dememek ve dedirtmemek ve saltanat-ı ulûhiyetini iskāt etmemek ve nihâyetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müştâk dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve her halde, ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacağı abdlerine, ebedî rahmet hazinelerinden, ebedî cennetlerinde, ebedî ve cennete lâyık bir surette meyvedâr eşcâr ve çiçekli nebâtlar ihzâr etmiştir. Buradakiler ise, müşterilere göstermek için numûnelerdirler.

Hem ağaçlar ve nebâtlar, umumen yaprak ve çiçek ve meyvelerinin kelimeleriyle seni takdîs ve tesbîh ve tahmîd ettikleri gibi; o kelimelerden her birisi dahi, ayrıca seni takdîs ederler. Hususan meyvelerin bedî‘ bir surette etleri ve çok muhtelif san‘atları ve çok acîb çekirdekleri ve çok hârika olarak yapılarak, o yemek tablalarını ağaçların ellerine verip, nebâtların başlarına koyarak zîhayat misafirlerine göndermek cihetinde onların lisân-ı hâl olan tesbîhâtları,

Sayfa 181

zuhûrca lisân-ı kāl derecesine çıkar. Bütün onlar, senin mülkünde, senin kuvvet ve kudretinle, senin irâde ve ihsânâtınla, senin rahmet ve hikmetinle musahhardırlar. Ve senin her bir emrine mutî‘dirler.

Ey şiddet-i zuhûrundan gizlenmiş ve ey kibriyâ-yı azametinden tesettür etmiş olan Sâni‘-i Hakîm ve Hâlik-ı Rahîm! Bütün eşcâr ve nebâtâtın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerinin dilleriyle ve adedleriyle seni kusurdan ve aczden ve şerîkten takdîs ederim ve sana hamd ü senâ ederim.

Ey Fâtır-ı Kadîr! Ve ey Müdebbir-i Hakîm! Ve ey Mürebbî-i Rahîm! Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ta‘lîmiyle ve Kur’ân-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve îmân ettim ki, nasıl nebâtât ve eşcâr, seni tanıyorlar. Senin sıfât-ı kudsiyeni ve Esmâ-yı Hüsnâ’nı bildiriyorlar. Öyle de, zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanâttan hiçbirisi yoktur ki, cisminde gayet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve hâricî a‘zâlarıyla; ve bedeninde gayet ince bir nizâm ve gayet hassâs bir mîzân ve gayet mühim fâidelerle yerleştirilen âlât ve duygularıyla; ve cesedinde gayet san‘atlı bir yapılış ve gayet hikmetli bir tefrîş ve gayet dikkatli bir muvâzene içinde konulan cihâzât-ı bedeniyesiyle, senin vücûb-u vücûduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehâdet etmesin. Çünki bu kadar basîrâne nâzik san‘ata ve şuûrkârâne ince hikmet ve müdebbirâne tam muvâzeneye, elbette kör kuvvet ve şuûrsuz tabiat ve serseri tesâdüf karışamazlar. Ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi kendine teşekkül edip öyle olması ise, yüz derece muhâl içinde muhâldir.

Çünki o halde her bir zerresi, her bir şeyini ve cesedinin teşekkülünü, belki dünyada alâkadâr olduğu her şeyini bilecek, görecek, yapabilecek, âdetâ ilâh gibi ihâtalı bir ilmi ve kudreti bulunacak, sonra teşkîl-i cesed ona havâle edilebilir. Ve kendi kendine oluyor denilebilir.

Ve hey’et-i mecmûasındaki vahdet-i tedbîr ve vahdet-i idâre ve vahdet-i nev‘iye ve vahdet-i cinsiye ve umumun yüzlerinde -göz, kulak, ağız gibi noktalarda ittifâk cihetiyle- müşâhede edilen sikke-i fıtratta birlik ve her bir nev‘in efradı sîmâlarında görülen sikke-i hikmette ittihâd ve iâşede ve îcâdda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi

Sayfa 182

keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, senin vahdetine kat‘î şehâdette bulunmasın. Ve her bir ferdinde kâinâta bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla vâhidiyet içinde senin ehadiyetine işareti olmasın.

Hem nasıl ki insan ile beraber hayvanâtın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüz bin envâı, muntazam bir ordu gibi techîz ve ta‘lîmât ve itâat ve musahhariyetle ve en küçükten tâ en büyüğe kadar, rubûbiyetin emirlerinin intizâmla cereyânlarıyla o rubûbiyetin derece-i haşmetine delâlet ettikleri gibi; gayet çoklukla beraber gayet kıymetli ve gayet mükemmel olmakla beraber gayet çabuk yapılmaları ve gayet san‘atlı olmakla beraber gayet kolay yapılışlarıyla kudretin derece-i azametine delâlet ettikleri gibi; şarktan garba ve şimâlden cenûba kadar yayılan mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs‘atine ve her biri emirber nefer gibi vazîfe-i fıtriyesini yapması ve zemin yüzü her baharda güz mevsiminde terhîs edilenlerin yerinde yeniden taht-ı silâha alınmış bir orduya ordugâh olması cihetiyle, hâkimiyetinin nihâyetsiz genişliğine kat‘î delâlet ederler.

Hem nasıl ki hayvanâttan her birisinin, kâinâtın bir küçük nüshası ve bir misâl-i musaggarı hükmünde olmasıyla, gayet derin bir ilim ve gayet dakîk bir hikmetle, karışık eczâları karıştırmayarak ve bütün hayvanların ayrı ayrı suretlerinin şaşırmayarak, hatasız, sehivsiz, noksânsız yapılmalarıyla, ilminin her şeye ihâtasına ve hikmetinin her şeye şumûlüne adedlerince işaretler ederler. Öyle de, her biri birer mu‘cize-i san‘at ve birer hârika-i hikmet olacak kadar san‘atlı ve güzel yapılmalarıyla, çok sevdiğin ve teşhîrini istediğin san‘at-ı Rabbâniyenin kemâl-i hüsnüne ve gayet derecede güzelliğine işaret ederler. Ve her birisi, hususan yavruların gayet nâzdâr ve nâzenîn bir surette beslenmeleri ile ve heveslerinin ve arzularının tatmîni cihetiyle, senin inâyetinin gayet şirin cemâline hadsiz işaretler ederler.

Ey Rahmânü’r-Rahîm! Ve ey Sâdıku’l-va‘dü’l-Emîn! Ve ey Mâlik-i Yevmi’d-dîn! Senin Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ının ta‘lîmiyle ve Kur’ân-ı Hakîm’inin irşâdıyla anladım ki, madem kâinâtın en müntehab neticesi hayattır. Ve hayatın en

Sayfa 183

müntehab hulâsası ruhtur. Ve zîruhun en müntehab kısmı zîşuûrdur. Ve zîşuûrun en câmii insandır. Ve bütün kâinât ise, hayata musahhardır ve onun için çalışıyor. Ve zîhayatlar zîruhlara musahhardır, onlar için dünyaya gönderiliyorlar. Ve zîruhlar insanlara musahhardırlar ve onlara yardım ediyorlar. Ve insanlar fıtraten Hâlikını pek ciddî severler. Ve onların Hâlik’ı onları hem sever, hem kendini onlara her vesîle ile sevdirir. Ve insanın isti‘dâdı ve cihâzât-ı ma‘neviyesi, başka bir bâkî âleme ve ebedî bir hayata bakıyor. Ve insanın kalbi ve şuûru, bütün kuvvetiyle bekā istiyor. Ve lisânı, hadsiz duâlarıyla bekā için Hâlikına yalvarıyor. Elbette ve her halde o çok seven ve sevilen ve mahbûb ve muhib olan insanları, dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratılmışken, ebedî bir adâvetle gücendirmek olamaz ve kābil değildir. Belki başka bir ebedî âlemde mes‘udâne yaşamaları hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmişlerdir. Ve insana tecellî eden isimlerin bu fânî ve kısa hayattaki cilveleriyle, âlem-i bekāda onların aynası olan insanlar ebedî cilvelerine mazhar olacaklarına işaret ederler.

Evet, ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkî’nin âyîne-i zîşuûru, bâkî kalması lâzım gelir. Hayvanların ruhları bâkî kalacağı ve Hüdhüd-ü Süleymânî (as) ve Nemlî ve Nâka-i Sâlih (as) ve Kelb-i Ashâb-ı Kehf gibi bazı efrâd-ı mahsûsa, hem ruhu, hem cesediyle bâkî âleme gideceği; ve her bir nev‘in ara sıra isti‘mâl etmesi için bir tek cesedi bulunacağı, rivâyet-i sahîhadan anlaşılmakla beraber, hikmet ve hakîkat, hem rahmet ve rubûbiyet öyle iktizâ ederler.

Ey Kādir-i Kayyûm! Bütün zîhayat, zîruh, zîşuûr senin mülkünde, yalnız senin kuvvet ve kudretinle ve ancak senin irâde ve tedbîrinle ve rahmet ve hikmetinle rubûbiyetinin emirlerine teshîr edilmişler. Ve fıtrî vazîfelerle tavzîf edilmişler. Ve onların bir kısmı, insanın kuvvet ve galebesinden değil, belki insanın fıtraten zaafı ve aczi için rahmet tarafından insana musahhar olmuşlar. Ve lisân-ı kāl ve lisân-ı hâlleriyle Sâni‘lerini ve Ma‘bûdlarını kusurdan, şerîkten takdîs ve ni‘metlerine şükür ve hamd ederek, her biri ibâdet-i mahsûsalarını yapıyorlar.

Ey şiddet-i zuhûrundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyâsından perdelenmiş olan Zât-ı Akdes! Bütün zîruhların tesbîhâtıyla seni takdîs ediyorum. Ve niyet edip سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ diyorum.

Sayfa 184

Yâ Rabbe’l-Âlemîn! Yâ İlâhe’l-Evvelîne ve’l-Âhirîn! Yâ Rabbe’s-Semâvât-i ve’l-Aradîn! Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ta‘lîmiyle ve Kur’ân-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve îmân ettim ki: Nasıl semâ, fezâ, arz, berr ve bahir, şecer, nebât, hayvan efradıyla, eczâsıyla, zerrâtıyla seni biliyorlar, tanıyorlar. Ve varlığına ve birliğine şehâdet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de, kâinâtın hulâsası olan zîhayat ve zîhayatın hulâsası olan insan ve insanın hulâsası olan enbiyânın ve evliyânın ve asfiyânın hulâsası olan kalblerinin ve akıllarının müşâhedâtıyla ve keşfiyâtıyla ve ilhâmât ve istihrâcâtıyla, yüzer icmâ‘ ve yüzer tevâtür kuvvetinde bir kat‘iyetle, senin vücûb-u vücûduna ve senin vahdâniyet ve ehadiyetine şehâdet edip ihbâr ediyorlar. Mu‘cizât ve kerâmâtlarıyla ve yakînî burhânlarıyla haberlerini isbat ediyorlar.

Evet, kalblerde, perde-i gaybde ihtâr edici bir zâta bakan hiçbir hâtırât-ı gaybiye ve ilhâm edici bir zâta baktıran hiçbir ilhâmât-ı sâdıka ve hakkalyakîn suretinde sıfât-ı kudsiyeni ve Esmâ-yı Hüsnâ’nı keşfeden hiçbir i‘tikādât-ı yakîniye ve enbiyâ ve evliyâda bir Vâcibü’l-Vücûd’un envârını aynelyakîn ile müşâhede eden hiçbir nûrânî kalb ve asfiyâ ve sıddîkînde bir Hâlik-ı Küll-i Şey’in âyât-ı vücûbunu ve berâhîn-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdîk eden, isbat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki, senin vücûb-u vücûduna ve sıfât-ı kudsiyene ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve Esmâ-yı Hüsnâ’na şehâdet etmesin, delâleti bulunmasın ve işârâtı olmasın. Ve bilhassa bütün enbiyâ ve evliyâ ve asfiyâ ve sıddîkînin imamı ve reisi ve hulâsası olan Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ihbârını tasdîk eden hiçbir mu‘cizât-ı bâhiresi ve hakkāniyetini gösteren hiçbir hakîkat-i âliyesi ve bütün mukaddes ve hakîkatli kitapların hulâsatü’l-hulâsası olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın hiçbir âyet-i tevhîdiye-i kātıası ve mesâil-i îmâniyeden hiçbir mes’ele-i kudsiyesi yoktur ki, senin vücûb-u vücûduna ve kudsî sıfatlarına ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esmâ ve sıfâtına şehâdet etmesin ve delâleti olmasın ve işârâtı bulunmasın.

Hem nasıl ki bütün o yüz binler muhbir-i sâdıklar, mu‘cizâtlarına ve kerâmâtlarına ve huccetlerine istinâd ederek, senin varlığına ve birliğine şehâdet ederler. Öyle de, her şeye muhît olan Arş-ı A‘zam’ın külliyât-ı umûrunu idareden, tâ kalbin

Sayfa 185

gayet gizli ve cüz’î hâtırâtını ve arzularını ve duâlarını bilmeye ve işitmeye ve idare etmeye kadar cereyân eden rubûbiyetinin derece-i haşmetini; ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyâyı birden îcâd eden ve hiçbir fiil bir fiile, bir iş bir işe mâni‘ olmadan, en büyük bir şeyi en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini, icmâ‘ ile, ittifâk ile i‘lân ve ihbâr ve isbat ediyorlar.

Hem nasıl ki bu kâinâtı zîruha, hususan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren; ve cenneti ve saadet-i ebediyeyi cin ve inse ihzâr eden; ve en küçük bir zîhayatı unutmayan; ve en âciz bir kalbin tatmînine ve taltîfine çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrâttan tâ seyyârâta kadar, bütün envâ‘-ı mahlûkātı emirlerine itâat ettiren ve teshîr ve tavzîf eden hâkimiyetinin nihâyetsiz vüs‘atini haber vererek, mu‘cizât ve huccetleriyle isbat ederler. Öyle de, kâinâtı, eczâları adedince risâleler içinde bulunan bir kitâb-ı kebîr hükmüne getiren; ve Levh-i Mahfûz’un defterleri olan ‘İmâm-ı Mübîn’ ve ‘Kitâb-ı Mübîn’de bütün mevcûdâtın, bütün sergüzeştlerini kaydedip yazan; ve umum çekirdeklerde, umum ağaçların fihristlerini ve programlarını ve zîşuûrun başlarında, bütün kuvve-i hâfızalarda, sâhiblerinin târîhçe-i hayatlarını yanlışsız, muntazaman yazdıran ilminin her şeye ihâtasına; ve her bir mevcûda çok hikmetleri takan, hatta her bir ağaca meyveleri sayısınca neticeleri verdiren ve her bir zîhayatta a‘zâları, belki eczâları ve hüceyrâtları adedince maslahatları ta‘kîb eden, hatta insanın lisânını çok vazîfelerle tavzîf etmekle beraber, taâmların tatları adedince zevkî olan mîzâncıklarla techîz ettiren hikmet-i kudsiyenin her şeye şumûlüne; hem bu dünyada numûneleri görülen celâlî ve cemâlî isimlerinin tecellîleri daha parlak bir surette ebedü’l-âbâdda devam edeceğine; ve bu fânî âlemde numûneleri müşâhede edilen ihsânâtının daha şa‘şaalı bir surette dâr-ı saadette istimrârına ve bekāsına; ve bu dünyada onları gören müştâkların, ebedde dahi refâkatlerine ve beraber bulunmalarına bil’icmâ‘ ve bil’ittifâk şehâdet, delâlet ve işaret ederler.

Hem yüzer mu‘cizât-ı bâhiresine ve âyât-ı kātıasına istinâden, başta Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ve Kur’ân-ı Hakîm’in olarak bütün ervâh-ı neyyire ashâbı olan enbiyâlar ve kulûb-ü nûrâniye aktâbı olan evliyâlar ve ukūl-ü münevvere erbâbı olan asfiyâlar, bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddeselerde senin çok tekrar ile ettiğin

Sayfa 186

va‘dlerine ve tehdîdlerine istinâden ve senin kudret ve rahmet ve inâyet ve hikmet ve celâl ve cemâlin gibi kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve izzet ve celâline ve saltanat-ı rubûbiyetine i‘timâden ve keşfiyâtlarıyla ve müşâhedât ve ilmelyakîn i‘tikādlarıyla, saadet-i ebediyeyi cin ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalâlet için cehennem bulunduğunu haber verip i‘lân ediyorlar. Ve îmân edip şehâdet ediyorlar.

Ey Kādir-i Hakîm! Ve ey Rahmân-ı Rahîm! Ve ey Sâdıku’l-va‘di’l-Kerîm; ve ey izzet ve azamet ve celâl sâhibi Kahhâr-ı Zülcelâl!

Sen, bu kadar sâdık dostlarını ve bu kadar va‘dlerini ve bu kadar sıfât ve şuûnâtını tekzîb edip saltanat-ı rubûbiyetinin kat‘î mukteziyâtını ve sevdiğin ve onlar dahi seni tasdîk ve itâatle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbûl ibâdının hadsiz duâlarını ve da‘vâlarını reddederek küfür ve isyan ile ve seni va‘dinde tekzîb etmekle senin azamet-i kibriyâna dokunan ve izzet ve celâline dokunduran; ve ulûhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rubûbiyetini müteessir eden ehl-i dalâlet ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdîk etmekten yüz bin derece mukaddessin. Hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihâyetsiz bir zulümden ve çirkinlikten, senin nihâyetsiz adâletini ve cemâlini ve rahmetini takdîs ediyorum. Ve سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰي عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَب۪يرًا âyetini, vücûdumun bütün zerrâtı adedince söylemek istiyorum.

Belki senin o sâdık elçilerin ve o doğru dellâl-ı saltanatın olan peygamberlerin hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekāda ihsânâtının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhûr eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehâdet ederler, işaret edip beşâret ederler. Ve bütün hakîkatlerin mercii ve güneşi ve hâmîsi olan Hakk isminin en büyük bir şuâı, bu hakîkat-i ekber-i haşriye olduğuna îmân ederek senin ibâdına ders veriyorlar.

Ey Rabbü’l-Enbiyâ ve’s-Sıddîkîn! Bütün onlar senin mülkünde, senin emrin ve kudretinle ve senin irâde ve tedbîrin ile ve senin ilmin ve hikmetin ile musahhar ve muvazzaftırlar. Takdîs, tekbîr, tahmîd, tehlîl ile küre-i arzı bir zikirhâne-i a‘zam ve bu kâinâtı bir mescid-i ekber hükmünde göstermişler.

Sayfa 187

Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Aradîn! Yâ Hâlikî ve yâ Hâlika Küll-i Şey’! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemelâtıyla ve bütün mahlûkātı bütün keyfiyâtıyla teshîr eden kudretinin ve irâdetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle. Ve matlûbumu bana musahhar kıl. Kur’ân’a ve îmâna hizmet için insanların kalblerini Risâle-i Nûr’a musahhar yap. Ve bana ve ihvânıma îmân-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ihsân et. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrâhîm aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud aleyhisselâma dağı ve demiri ve Hazret-i Süleymân aleyhisselâma cin ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a şems ve kameri teshîr ettiğin gibi, Risâle-i Nûr’a kalbleri ve akılları musahhar kıl. Ve beni ve Risâle-i Nûr talebelerini, nefis ve şeytan şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhâfaza eyle. Ve Cennetü’l-Firdevs’te mes‘ud eyle. Âmîn, âmîn, âmîn.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

Kur’ân’dan ve münâcât-ı Nebeviye (asm) olan Cevşenü’l-Kebîr’den aldığım bu dersimi, bir ibâdet-i fikriye olarak Rabb-i Rahîmim, senin dergâhına arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için Kur’ân’ı ve Cevşenü’l-Kebîr’i şefâatçi ederek, rahmetinden affımı niyâz ediyorum.

Saîdü’n-Nûrsî

Sayfa 188

Dokuzuncu Huccet-i Îmâniye

Dokuzuncu Şuâ‘ın Mukaddime-i Haşriyesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ فَسُبْحَانَ اللّٰهِ ح۪ينَ تُمْسُونَ وَح۪ينَ تُصْبِحُونَ ٭ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَعَشِيًّا وَح۪ينَ تُظْهِرُونَ ٭ يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ ٭ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَٓا اَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ ٭ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُٓوا اِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةًط اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ٭ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِلْعَالِم۪ينَ ٭ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَابْتِغَٓاؤُكُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ ٭ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ يُر۪يكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَيُحْي۪ي بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ٭ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِه۪ۜ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ ٭ وَلَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ ٭ وَهُوَ الَّذ۪ي يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِۜ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ

Îmânın bir kutbunu gösteren bu semâvî âyât-ı kübrânın ve haşri isbat eden şu kudsî berâhîn-i uzmânın bir nükte-i ekberi ve bir huccet-i a‘zamı, bu Dokuzuncu Şuâ‘da beyân edilecek.

Latîf bir inâyet-i Rabbâniyedir ki, bundan otuz sene evvel Eski Saîd, yazdığı tefsîr mukaddimesi ‘Muhâkemât’ nâmındaki eserin âhirinde “İkinci Maksad: Kur’ân’da haşre işaret eden iki âyet tefsîr ve beyân edilecek. نَحْوُ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ” deyip durmuş, daha yazamamış. Hâlik-ı Rahîmime delâil ve emârât-ı haşriye adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfîk ihsân eyledi.

Asâ-yı Mûsâ
  • Sekizinci Huccet-i Îmâniye

    Üçüncü Şuâ‘

    Mukaddime

    Bu Sekizinci Huccet-i Îmâniye olan Üçüncü Şuâ‘ Risâlesi, vücûb-u vücûda ve vahdâniyete delâlet ettiği gibi, hem delail-i kat’iyye ile rubûbiyetinin ihâtasına ve kudretinin azametine delâlet eder. Hem hâkimiyetinin ihâtasına ve rahmetinin şumûlüne dahi delâlet eder, hem isbat eder. Hem kâinâtın bütün eczâsına hikmetinin ihâtasını ve ilminin şumûlünü isbat eder. Elhâsıl, bu Sekizinci Huccet-i Îmâniye’nin her bir mukaddimesinin sekiz neticesi var. Ve bu sekiz mukaddimelerin her biri, sekiz neticeyi delilleriyle isbat eder ki, bu cihette bu Sekizinci Huccet-i Îmâniye’de yüksek meziyetler vardır.

    Münâcât

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

    اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

    Yâ İlâhî ve yâ Rabbî! Ben îmânın gözüyle ve Kur’ân’ın ta‘lîmiyle ve nûruyla ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle ve ism-i Hakîmin göstermesiyle görüyorum ki, semâvâtta hiçbir deverân ve hiçbir hareket yoktur ki, böyle intizâmıyla senin mevcûdiyetine işaret ve delâlet etmesin. Ve hiçbir ecrâm-ı semâviye yoktur ki, sükûtuyla, gürültüsüz vazîfe görmesiyle, direksiz durmalarıyla senin rubûbiyetine ve vahdetine şehâdeti ve işareti olmasın. Ve hiçbir yıldız yoktur ki, mevzûn hilkatiyle, muntazam vaz‘iyetiyle ve nûrânî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümâselet ve müşâbehet

Item 1 of 19