ONUNCU MEKTUB
بِاسْمِه۪
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
İki suâlin cevabıdır.
Birincisi: وَلَٓا اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرَ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ âyetlerinin bir sırrını tefsîr eder. İmâm-ı mübîn, kitâb-ı mübîn neden ibâret olduğunu beyân eder. (Hâşiye)
İkinci Suâl: Meydân-ı haşir nerededir? Elcevab: وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ Hâlik-ı Hakîm’in her şeyde gösterdiği hikmet-i âliye, hatta tek küçük bir şeye çok büyük hikmetleri takmasıyla tasrîh derecesinde işaret ediyor ki, küre-i arz serseriyâne, bâd-ı hevâ azîmbir dâireyi çizmiyor, belki mühim bir şey etrafında dönüyor ve meydân-ı ekberin dâire-i muhîtasını çiziyor, gösteriyor. Ve bir meşher-i azîmin etrafında gezip mahsûlât-ı ma‘neviyesini ona devrediyor ki, ileride, o meşherde, enzâr-ı nâs önünde gösterilecektir.
Demek yirmi beş bin seneye karîb bir dâire-i muhîtanın içinde, rivâyete binâen, Şâm-ı Şerîf kıt‘ası bir çekirdek hükmünde olarak o dâireyi dolduracak bir meydân-ı haşir bast edilecektir. Küre-i arzın bütün ma‘nevî mahsûlâtı, şimdilik perde-i gayb altında olan o meydanın defterlerine ve elvâhlarına gönderiliyor. Ve ileride meydan açıldığı vakit, sekenesini de yine o meydana dökecek, o ma‘nevî mahsûlâtları da gāibden şehâdete geçecektir. Evet, küre-i arz bir tarla, bir çeşme, bir ölçek hükmünde olarak, o meydan-ı ekberi dolduracak kadar mahsûlât vermiş. Ve onu istîâb edecek mahlûkāt ondan akmış. Ve onu imlâ edecek masnûât ondan çıkmış. Demek, küre-i arz bir çekirdek; ve meydân-ı haşir içindekilerle beraber bir ağaçtır, bir sünbüldür ve bir mahzendir. Evet, nasılki nûrânî bir nokta, sür‘at-i hareketiyle nûrânî bir hat olur veya bir dâire olur. Öyle de, küre-i arz sür‘atli, hikmetli hareketiyle bir dâire-i vücûdun temsîline; ve o dâire-i vücûd, mahsûlâtıyla beraber bir meydân-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medârdır.
اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي
Said
Hâşiye: Sözler mecmûasının 230. sahîfesine derc edilmiştir.
ON BİRİNCİ MEKTUB
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
Mühim bir ilaç. Bu mektub, dört âyetin hazinesinden dört küçük cevherine işaret eder.
Azîz kardeşim, şu dört muhtelif mes’eleyi muhtelif vakitlerde Kur’ân-ı Hakîm nefsime ders vermiş. Arzu eden kardeşlerim dahi bundan bir ders veya bir hisse almaları için yazdım. Mebhas i‘tibâriyle başka başka dört âyet-i kerîmenin hazîne-i hakāikinden birer küçük cevher numûne olarak gösterilmiştir. O dört mebhastan her bir mebhasın ayrı bir sûreti, ayrı bir fâidesi var.
Birinci Mebhas: اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَع۪يفًا Ey sû’-i vesveseden me’yûs nefsim! Tedâî-i hayâlât, tahattur-u faraziyât, bir nevi‘ irtisâm-ı gayr-i ihtiyârîdir. İrtisâm ise, eğer hayırdan ve nûrâniyetten olsa, hakîkatin hükmü bir derece sûretine ve misâline geçer. Güneşin ziyâsı ve harâreti aynadaki misâline geçtiği gibi. Eğer şerden ve kesîften olsa, aslın hükmü ve hâssası sûretine geçmez ve timsâline sirâyet etmez. Meselâ, necis ve murdar bir şeyin aynadaki sûreti ne necistir, ne murdardır. Ve yılanın timsâli ısırmaz.
İşte şu sırra binâen, tasavvur-u küfür küfür değil. Tahayyül-ü şetim şetim değil. Hususan ihtiyârsız olsa ve farazî bir tahattur olsa, bütün bütün zararsızdır. Hem ehl-i hak olan ehl-i sünnet ve cemâatin mezhebinde, bir şeyin şer‘an çirkinliği, pisliği, nehy-i İlâhî sebebiyledir. Mademki ihtiyârsız ve rızâsız bir tahattur-u farazîdir, bir tedâî-i hayâlîdir, nehiy ona taalluk etmez. O dahi ne kadar çirkin ve pis bir şeyin sûreti dahi olsa, çirkin ve pis olmaz.
İkinci Mebhas: Barla Yaylası, Tepelice’de çam, katran, karakavağın bir meyvesi olup, Sözler mecmûasına yazıldığı için buraya yazılmamıştır.