bu devletlerin kānûn-u esâsîlerinin Kur’ân-ı Hakîm olması, bütün hükümleri ve hakîkatleri akla ve hüccetlere istinâd eden Kur’ân-ı Hakîm’in tek başına küfr-ü mutlaka galebesi, Pâkistân’da toplanan beş yüz milyon Müslümân mümessillerinin gelecek ictimâʻlarını İstanbul’da yapmaya karâr vermesi, dîn düşmanlarının bütün zulüm ve ceberûtlarıyla, bütün burc ve bârûlarıyla, bütün habâset ve şenâatlarıyla yıkılarak, perişan olarak hürriyet ve adâlet güneşinin doğması, yakında bütün dünyayı kaplayacak olan büyük İslâm bayramının arefesidir. Bu muazzam günleri idrâk ettiğimizden dolayı Cenâb-ı Hakk’a binlerce şükürler, hamd ü senâlar…
Medresetü’z-Zehrâ erkānının ve bütün nûr talebelerinin dâhilde ve hâriçte Türkçe, Arapça ve Farsça nûrların neşrine çalışmalarını tavsiye eder ve bütün azîz ve fedâkâr kardeşlerimi bütün rûhumla tebrîk ederim.
Saîdü’n-Nûrsî
Sebîl’ü’r-Reşâd, cild 6, sayı 134
*
* *
[636]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُٓ اَبَدًا دَٓائِمًا
Azîz, Sıddîk, Mübârek Kardeşlerim,
Evvelen: Medresetü’z-Zehrâ erkānlarının arzularıyla verilen bir dersin bir hulâsasını, sizlere de söylemeyi münâsib gördük. O dersin mevzûu da, umûm
kâinât mevcûdâtı hesâbına Miʻrâc Gecesi’nde, Fahr-i kâinât ve hikmet ve netîce-i hilkat-ı âlem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, huzûr-u İlâhîde nev‘-i beşerin, belki umûm zîhayat, belki umûm mahlûkāt nâmına selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demesi; ve içinde bir küllî ma‘nâ bulunduğundan bütün ümmet her gün çok def‘alar namazlarında zikretmesiyle ve ehl-i îmân içinde, her bir mertebe sâhibinin bir hissesi içinde bulunduğunu; ve bundan evvel Hüve Nüktesi’nin hâşiyesinde, radyo vâsıtasıyla hava unsurunun hârika muʻcizat-ı kudreti göstermesi cihetinde kalbe ihtâr edildi ki:
Bir ehl-i îmân, ebedî bir saâdette, dünya kadar bir mülk-i bâkîyi netîce verecek bu kısacık ömr-i dünyevîde ettiği ibâdette, bir küllî ibâdet, âdeta kendi husûsî dünyasıyla berâber ibâdet etmiş gibi kendi husûsî dünyası kadar bir mükâfât alacağı işârât-ı Kur’âniyeden anlaşılır diye, Huccetü’z-Zehrâ’nın İkinci Makāmı’nda İlm-i İlâhî mebhasinde اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ ilâ âhirihinin küllî ma‘nâları rûhuma gelip, öylece teşehhüdde اَلتَّحِيَّاتُ derken, birden hayâlime husûsî dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nûr unsurları dört küllî dil oldular. Her bir dil, milyarlar, hattâ trilyonlar, belki katrilyonlar adedince اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ kelimelerini lisân-ı hâl ile söylüyorlar, hayâlen gördüm.
Bu unsurlardan “toprak unsuru” bir dil olarak, bütün zîhayatların her biri
bir kelime-i zîhayat olup اَلتَّحِيَّاتُ derler. Çünkü her bir avuç toprak, ekser nebâtâta saksılık edebilir ve menşe’ olabilir bir vaziyettedir. O hâlde her bir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince ma‘nevî küçücük mikyâsta fabrikalar -her bir avuç toprakta- bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız. Veyahud bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudreti, nihâyetsiz ilmi ve irâdesiyle olacak. Demek toprak unsuru, bütün eczasıyla ve zerrâtıyla bu mazhariyet için hadsiz اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ der. Yani, ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’a hâstır.
Sonra herkesin husûsî dünyasındaki gibi, benim de husûsî dünyamın ikinci unsuru olan su dahi, bir küllî lisân olarak bütün zerrâtıyla, husûsen zîhayatların menşe’ ve yaşamlarına hizmetleri noktalarında, trilyonlar ve katrilyonlar adedince اَلْمُبَارَكَاتُ kelime-i mübârekesini lisân-ı hâl ile kâinâtta neşrediyor.
Çünkü suyun katrelerinin gördüğü vazîfeler, husûsen nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların intibâhında ve uyanıp vazîfe-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gāyet acîb ve güzel ve hârika o küçücük mahlûkların ve yavruların büyük ve gāyet intizâmlı ve mükemmel vazîfelere mazhariyetlerini, bütün zîşuûra tebrîk ile Bârekallâh dediren ve hadsiz Bârekallâh, Mâşâallâh dedirmeye vesîle olmaya lâyık olan o mübâreklerin o vaziyetleri, o su unsurunun her bir zerresinin
binler Eflâtûn kadar ilmi ve binler Hekîm-i Lokmân kadar hikmeti ve irâdesi bulunmak lâzımdır. Bu ise, suyun zerrâtı adedlerince muhâldir. Öyle ise bir Kadîr-i Zülcelâl’in ve bir Rahman-ı Rahîm’in hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve irâdesiyle, o mübâreklerin, o hadsiz muʻcizâta mazhariyetleri cihetinde bütün o mübârekler adedince اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlûkāt nâmına, Miʻrâc Gecesi’nde, netîce-i hilkat-ı âlem olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ demiş. Yani, bütün bu medâr-ı tebrîk ve Mâşâallâh ve Bârekallâh dediren bütün hâletler ve sanʻatlar, Zât-ı Zülcelîl’in kudretine mahsûs olduğundan, bütün o hadsiz اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ yi Cenâb-ı Hakk’a, huzûruyla hediye ediyor.
Sonra, herkesin husûsî dünyasındaki unsuru hava dahi, bir hüve kadar her bir avuç havadaki her bir zerre, mazhar oldukları santrallik ve âhize ve nâkilelik vazîfeleri içinde, bütün duâları ve salavâtları ve ricâları ve ibâdetleri ifâde eden اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ cümlesini lisân-ı hâlleri ile dedikleri için, hava unsuru küllî bir lisân olarak o hadsiz kelimâtlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâniʻlerine, Hâlıklarına takdîm ettiklerinden, onların nâmlarına o küllî ma‘nâ ile Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Cenâb-ı Hakk’a, اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ diye takdîm etmiştir. Yani bütün duâlar ve ihtiyâçtan gelen ricâlar ve niʻmetten çıkan şükürler ve ibâdetler ve namazlar, Hâlık-ı Küll-i Şey’e mahsûstur.
Çünkü Hüve Nüktesi’nin hâşiyesinde denildiği gibi, ya hüve kadar bir avuç havanın her bir zerresi, umûm dilleri bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın, uzak herşeyi işitecek ve her şîveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri berâber, şaşırmadan görecek bir kudret-i mutlakā ve irâde-i tâmmeye mâlik olacak. Bu ise hava zerreleri adedince muhâl olmasından, elbette ve elbette ve şüphesiz ve kat‘î bir zarûretle o zerrelerin her biri, Sâni‘-i Hakîm’i bütün sıfâtıyla gösterip şehâdet eder. Âdetâ küçük bir mikyâsta, âlemin büyük şehâdeti kadar şehâdetleri vardır.
Demek zerrât-ı havâîye adedince salavâtları ifâde eden Mi‘râc-ı Ahmedî Aleyhissalâtü Vesselâm’da اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ denilmiştir.
Sonra اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i tayyibesi söylendiği vakit, birden nâr ile nûr unsuru, yani harâretli ve harâretsiz, maddî ve ma‘nevî nûr unsuru, bir küllî dil olarak hadsiz ve nihâyetsiz bir sûrette lisân-ı hâl ile, hadsiz diller ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ diyor. “Yani bütün güzel sözler, güzel ma‘nâlar, hârika güzel cemâller ve bütün kâinâtın yüzünde cemâlleri görünen ezelî Esmâ-yı Hüsnâ’nın güzel cilveleri ve başta enbiyâlar, evliyâlar, asfiyâlar olarak bütün ehl-i îmânın îmânlarıyla kâinatın ve mahlûkātın görünen güzellikleri ve ehl-i îmânın îmânlarından neş’et eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhîdler, tehlîl, tesbîhler, tekbîrler,
اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ sırrıyla Arş-ı A‘zam tarafına giden o kelimât-ı tayyibeleri ve dünyanın üç aded yüzünden gāyet güzel olan esmâ-yı İlâhiyeye âyînelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenâtlar, hayırlar ve ma‘nevî meyveler ve güzellikler, tamâmıyla Ezel ve Ebed Sultânı Kadîr-i Zülcelâl’e mahsûstur” diye, nâr ve nûr unsurunun bu küllî diliyle bu küllî ubûdiyeti, Ma‘bûd-u Zülcelâl’e takdîm etmek ma‘nâsında olarak, Fahr-i Kâinât Aleyhissalâtü Vesselâm umûm mahlûkāt hesabına اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş. Çünkü maddî ve ma‘nevî nûr unsuru, mazhar oldukları vazîfelerinin umûmu, hem berâber, hem ayrı ayrı Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’a işâret ve şehâdet ettikleri milyarlar numûneleri var.
Evet, nûr ve nâr unsuru, turâb ve hava ve ma’ unsurları gibi, gāyet kat‘î ve bedîhî ve zarûrî bir sûrette o numûnelerle gösteriyor ki, bütün esbâb yalnız bir perdedir. Bütün îcâdlar ve te’sîrler, Kadîr-i Zülcelâl’indir. Çünkü nûr, aynen vücûd ve hayat gibi, kudret-i İlâhiyenin perdesiz, bizzât mübâşeretine lâyık olmasından, esbâb-ı zâhiriye hiçbir cihette perde olmadığından, vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir. Gāyet cüz’î ve küçük bir vazîfede, küllî ve geniş bir delîl ehadiyete işâret eder ki, Hüve Nüktesi, hâşiyeleriyle bunu gāyet kısaca isbât ediyor. İşte milyarlar numûnelerinden iki küçük numûnesinden:
Birisi: Ma‘nevî nûrun -ilim sûretinde- beşerin kafasında cilvesinin bir cüz’îsi, tırnak kadar kuvve-i hâfızaya mâlik bir adamın hâfızasında, doksan kitabın kelimâtı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgūl olarak, hâfızasının sahîfesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merâkını tahrîk eden ve ona hoş gelen ma‘nâları ve kelimeleri ve savtları ve sûretleri o tırnak kadar kuvve-i hâfızanın sahîfesinde, istediği vakitte mürâcaat edip, bir büyük kütübhâne kadar bütün mahfûzâtının aynı şeylerini orada, bütün istediklerini mevcûd ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.
İşte bu tırnak kadar kuvve-i hâfızanın, bahr-i ummân gibi bir vüs‘ati ve güneş gibi bir ihâtalı nûru ve bir ziyâ-yı ma‘nevîsi ve zemîn yüzü kadar geniş sahîfeleri olmazsa, bu hâl olamaz. Bu ise yüz binler derece muhâl muhâl içinde ve imkânsız olduğundan, elbette ve elbette bu küçücük tırnak kadar hâfıza, Levh-i Mahfûz, bir sahîfe-i kader ve kudreti olan Alîm-i Mutlak’ın ilim ve hikmet ve kudretiyle, o Levh-i Mahfûz’un bir numûnesini beşerin kafasında halkeylemesine kudsî bir şehâdet eder.
İkinci cüz’î ve küçücük bir numûnesi: Elektriktir. Bir adam, elektrik lâmbasının acîb vaziyetini tedkîk etmiş. Bakıyor ki, yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki
ve demir ve ip tellerindeki zerreler ve maddeler câmid, şuûrsuz, hareketsiz oldukları hâlde, yalnız gāyet cüz’î bir temâs netîcesinde, on kilometre yeri dolduran bir karanlık derhâl gider ve yerini yarım sâniyede dolduran bir nûr vücûda gelir. Bu gözle görünen karanlığın birden kaybolması ve yine gözle görünen o zulmet kadar nûrun vücûda gelmesi, elbette bir hayâl değil. Ya o temâs eden câmid, şuûrsuz zerreler, hadsiz bir kuvveti ve bir nûru kendilerinde taşımakla berâber, birden yüz kilometre yerlere elini uzatıp, karanlığı süpürüp, temizleyip, nûrları dolduracak. Bu ise bütün şeytânlar ve dinsizler, maddiyyûnlar toplansalar, bunu bir sofestâîye de kabul ettiremezler. (Hâşiye) Veyahud bütün kâinâta hükmü geçen
Hâşiye: Yalnız aldatmak için bazı derin ve ehemmiyetli hakîkatlere bir isim takıp, güyâ o hakîkati anlaşılmış gibi âdîleştiriyorlar. Meselâ: “Bu elektrik kuvveti imiş” deyip, o ince ve derin hakîkati ehemmiyetsiz yapıp âdî gösteriyorlar. Hâlbuki kudretin o mu‘cizesinin hikmetleri iki sahîfe ile ancak ifâde edildiği hâlde, bir tek isim takmakla, o hakîkati ve o küllî hikmeti gizleyip, gāyet küçük ve basît bir perdesini yerine ikāme ederek, o mu‘cizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesâdüfe, sağır ve mevhûme tabîata isnâd edip, Ebû Cehil’den daha echel bir dereceye düşüyorlar.
İşte irâde-i İlâhiyenin nâmûslarının (Hâşiyenin devamı 335. sahîfededir)
ve bütün nûrlar, onun Nûr isminden feyiz alan ve nûru’n-nûr ve hâlıku’n-nûr ve müdebbiru’n-nûr olan Kadîr-i Zülcelâl’in ve Allâmü’l-Guyûb’un ve Alîm-i Mutlak’ın kudretiyle ve hikmetiyle olacak. İşte bu iki numûneye kıyâsen hadsiz numûneler var.
İşte اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ bütün kâinâttaki nûrları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimât-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemâlâtları Zât-ı Zülcelâl’e nûr unsuru diliyle kâinât takdîm ettiği gibi, netîce-i hilkat-i kâinat ve sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi, nâmlarına meb‘ûs olduğu bütün mevcûdât hesabına, Mi‘râc Gecesi’nde o küllî ma‘nâ ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.
Resûl-i Ekrem عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْاَنَامِ, bu dört kelimât-ı cemîleyi selâm yerine söyledikten sonra, -Risâle-i Nûr’da îzâh edildiği gibi- Cenâb-ı Hakk اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demesi ile, bütün ümmet bu selâmı diyeceklerine işâret ve ma‘nevî emir ve fermân ve kabul hükmünde mukābele etmiş. Birden Peygamber (asm) اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلٰى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِح۪ينَ demekle, o kudsî selâmı
(334. sahîfedeki hâşiyenin devamıdır) ünvânları olan Âdetullâh kanunlarının birisine, beşer, aczinden mâhiyetini bilemediği o kanunun mâhiyetine “elektrik” nâmını verip, tenvîrdeki hârika mu‘cize-i kudreti âdîleştirmekle ve ma‘lûm birşey imiş gibi elektrik kuvveti diye bir isim takmakla, bunun gibi çok hârikulâde mu‘cizât-ı kudret-i İlâhiyeyi câhilâne âdîleştiriyorlar.
hem kendine, hem ümmetine, hem bütün kendinden evvelki emsâllerine ta‘mîm edip, küllî ve umûmî bir selâm sûretinde gösterip, bütün mahlûkātın meb‘ûsu olması noktasında onlara da o selâmı teşmîl etmiş.
Ümmeti ise her namâzda اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demeleri, o selâm-ı İlâhîdeki emir ve fermâna bir imtisâldir. Hem Ona (asm) karşı bîat etmektir ve her gün bîatını, yani me’mûriyetini kabul ve getirdiği fermânlara itâatlerini tecdîd ve tâzelemektir. Hem risâletini bir tebrîktir. Hem umûm Âlem-i İslâm, her gün bu kelime ile Onun (asm) getirdiği saâdet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.
Evet, her insan, kendi vücûdunun mahvolmasıyla müteellim olduğu gibi, hânesinin harâb olmasıyla da elem çekiyor. Ve vatanının bozulmasıyla gāyet müteessir oluyor. Ahbâbının firâk ve vefâtıyla derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, hâs ve husûsî dünyasının zevâl ve firâk ve âhirde tamâmen mahvolmasını düşünmesi, ma‘nevî bir cehennem gibi rûhunu ve vicdânını yandırıyor.
İşte aklı başında her bir adam, rûhsuz, kalbsiz, akılsız olmamak şartıyla, kemâl-i sevinçle müjdelenir ve bilir ki, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Mi‘râc Gecesi’nde gözüyle gördüğü saâdet-i ebediyenin müjdesini ve ehl-i îmânın cennetteki hayât-ı bâkîyesinin beşâretini ve insanın alâkadâr olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevâllerinden sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının
gāyet sürûrlu, ma‘nevî hediyesine karşı, umûm Âlem-i İslâm her gün çok def‘alar اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ dediği gibi, Onun da (asm) getirdiği hediye-i ma‘neviyesiyle, hem kâinât sahîfeleri ve tabakaları mektûbât-ı Samedâniye olmasına, hem mahlûkātın hakîkî kıymetleri ve kemâlâtları Onun (asm) risâletiyle tezâhür etmesine mukābil, bütün mahlûkāt ma‘nen اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ bu mezkûr hakîkatin lisânıyla derler. Ve ümmet mâbeyninde şeâir-i İslâmiyeden olan birbirine اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ demeleri sünnet olması, bu büyük hakîkatin bir şuâı olmasındandır.
اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي
Saîdü’n-Nûrsî
( [637] (
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
وَبِه۪ نَسْتَع۪ينُ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُٓ اَبَدًا دَٓائِمًا
Azîz, Sıddîk Kardeşlerim,
Evvelen: Bugünlerde Sûre-i Ankebût’dan, مَثَلُ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْلِيَٓاءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِ اِتَّخَذَتْ بَيْتًا ٭ وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ âyetini okurken, birden şiddetli bir vehim geldi ki: “En zayıf hâne, örümceğin hânesidir. Allâh’a şerîk yapanlar farazâ bilseler” yani,