Sayfa 55

Üçüncüsü: “Hidâyetin neticesi, semeresi ve hidâyetteki lezzet ve ni‘met nedir?” diye suâl eden sâile cevabdır. Yani hidâyette saadet-i dâreyn vardır. Hidâyetin neticesi, nefs-i hidâyettir. Hidâyetin semeresi, ayn-ı hidâyettir. Zîrâ hidâyet, hadd-i zâtında büyük bir ni‘mettir. Ve vicdânî bir lezzettir. Ve ruhun cennetidir. Nasıl ki dalâlet, ruhun cehennemidir. Öyle de وَبِالْاٰخِرَةِ âhiretin felâh ve saadetini intâc eder.

İkinci me’haz: اُولٰٓئِكَ ile yapılan işâret-i hissiye, bir şeyin müteaddid sıfatlarını zikretmek, o şeyin zihinlerde tecessüm etmesine ve akılda hazır ve hayâlde mahsûs olmasına sebeb olduğuna işarettir. Maa-hâzâ, sâbıkan zikirlerinden bir ma‘hûdiyet çıkar. Bu ma‘hûdiyet-i zikriye ma‘hûdiyet-i hâriciyelerine kapı açar. Hâricî olan ma‘hûdiyetlerinden, mümtâz ve müstesnâ insanlar oldukları tebârüz eder ki, nev‘-i beşer içinde gözünü açıp bakanların gözlerine en evvel onların parıltıları çarpar.

Üçüncü me’haz: Uzaklığı ifade eden اُولٰٓئِكَ onların filcümle yakın oldukları halde uzak gösterilmeleri, ulüvv-ü mertebelerine mecâzî bir işaret olduğuna işarettir. Çünki uzakta bulunanlara bakıldığı zaman, boyca en uzunları görünür. Maa-hâzâ, zamanî ve mekânî olan bu‘d-u hakîkî kasdedilirse, belâgate daha uygun olur. Çünki bütün asırlar, asr-ı saadet gibi bu âyeti zikrediyorlar. Öyle ise اُولٰٓئِكَ ile yapılan işaret, safların evvellerine işarettir. Ve bu i‘tibârla bu‘d, hakîkî olur, mecâzî değildir. Binâenaleyh onların hakîkaten zaman ve mekânca uzak oldukları halde işâret-i hissiye ile gösterilmeleri, azametlerine ve ulüvv-ü mertebelerine işarettir.

Dördüncü me’haz: Ulviyeti ifade eden (عَلٰي) kelimesidir. Arkadaş! Eşyâ ve şeyler arasında öyle münâsebetler vardır ki, o münâsebetler onları ayna gibi yapıyor. Her birisi ötekisini gösteriyor. Birisine bakıldığı zaman, ötekisi görünür. Meselâ bir parça cam büyük bir sahrâyı gösterdiği gibi, bazen olur ki, bir kelime, uzun ve hayâlî bir mâcerâyı sana gösterir. Bir kelime, pek acîb bir vukūâtı

Sayfa 56

senin gözünün önüne getirir, temessül ettirir. Yahud bir kelâm, zihnini alır. O kelâmın misâli, zihnini âlem-i misâllere kadar götürür, gezdirir. Meselâ (بَارَزَ) kelimesi muhârebe meydanını, (ثَمَرَةٌ) kelimesi büyük bir meyve bahçesini insanın fikrine getirir. Buna binâen, buradaki (عَلٰي) kelimesi, temsîlî bir üslûba pencere açar, gösterir kasdıyla zikredilmiştir. Şöyle ki: Sanki hidâyet-i İlâhiye bir burâk olup mü’minlere gönderilmiştir. Mü’minler tarîk-i müstakîmde ona binerek arş-ı kemâlâta yürürler.

Beşinci me’haz: (هُدًي) deki tenkîrdir. Bir nekre, ma‘rife olarak mükerreren zikredilirse, o ma‘rife o nekrenin aynı olur. Fakat o nekre, nekre olarak zikredildiği takdîrde, alelekser birbirinin aynı olamaz. Bu kaideye göre, nekre olarak tekerrür eden (هُدًي) evvelki (هُدًي) in aynı değildir. Ancak evvelki (هُدًي) masdardır, ikincisi hâsıl-ı bilmasdardır. Ve birincisinin semeresi hükmünde mahsûs ve sâbit bir sıfattır.

Altıncı me’haz: Hidâyetin Allah’dan olduğunu ifade eden (مِنْ) kelimesinden burada bir cebir hissedilmekte ise de, hakîkatte cebir değildir. Çünki onların cüz’-i ihtiyârlarıyla hâsıl-ı bilmasdar olan hidâyete yürümeleri üzerine, Cenâb-ı Hakk o sıfat-ı sâbite olan hidâyeti halk ve ihsân etmiştir. Demek ihtidâ yani hidâyete doğru yürümek, onların kesb ve ihtiyârları dâhilindedir. Fakat sıfat-ı sâbite olan hidâyet, Allah’dandır.

Yedinci me’haz: Terbiyeyi ifade eden (رَبِّ) kelimesidir. Bu kelimenin burada ihtiyâr edilmesi, onların rızık ile terbiyeleri rubûbiyetin şânından olduğu gibi, hidâyetle de tegaddîleri rubûbiyetin şânından olduğuna işarettir.

وَاُولٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ Bu cümledeki nüktelerin me’hazleri: 1- (وَ) ile atıf 2- اُولٰٓئِكَ nin tekrarı 3- Zamîrü’l-fasıl olan (هُمْ) 4- (ال) edâtı 5- Felâh yollarının adem-i zikriyle (مُفْلِحُونَ) nin âmm ve mutlak bırakılması gibi “Beş Me’haz” den ibârettir.

Sayfa 57

Birincisi: (و) ile yapılan atıf, her iki cümle arasında bulunan münâsebete binâen yapılmıştır. Zîrâ birinci اُولٰٓئِكَ saadet-i âcile olan hidâyet semeresine işarettir. İkinci اُولٰٓئِكَ hidâyetin semere-i âcilesine işarettir. Evet, her bir اُولٰٓئِكَ mâkabline bir fezleke, bir icmâldir. Fakat erkân-ı İslâmiye me’haz tutulmakla, birinci اُولٰٓئِكَ nin, birinci الَّذ۪ينَ ye rabtı ve ikincisinin de ümmî mü’minlere tahsîsi; ve kezâ erkân-ı îmâniye ile yakîn me’haz tutulmakla, ikinci اُولٰٓئِكَ nin ikinci الَّذ۪ينَ ye rabtı ve ikisinin de ehl-i kitâb mü’minlere ircâı daha evlâdır.

İkincisi: اُولٰٓئِكَ nin tekrarı, her iki saadetin gerek hidâyete, gerek onların medh ü senâlarına müstakil ve ayrı ayrı gayeler ve sebebler olduklarına işarettir. Fakat ikinci اُولٰٓئِكَ nin hükmüyle beraber, birinci اُولٰٓئِكَ ye işareti daha evlâdır.

Üçüncüsü: Zamîrü’l-fasıl olan (هُمْ) ehl-i kitabdan olup Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a îmân etmeyenlere bir ta‘rîz olmak üzere bu cümle ile yapılan hasrı te’kîd etmek ile beraber, güzel bir nükteyi tazammun etmiştir. Şöyle ki: Mübtedâ ile haber arasında bulunan bu (هُمْ) zamiri, mübtedâyı çok haberlere mübtedâ yapar. Ve bu gibi haberlerin ta‘yînini de hayâle havâle eder. Yani haberlerin mahdûd ve muayyen olmadığını hayâle arz etmekle, hayâlî, münâsib haberleri taharrî etmeye teşvîk eder. Nasıl ki Zeyd’i ele almakla, “Zeyd âlimdir, Zeyd fâzıldır, Zeyd güzeldir” gibi Zeyd’in sıfatlarından çok hükümleri dizebilirsin. Kezâlik اُولٰٓئِكَ den sonra gelen (هُمْ) zamiri, hayâli harekete getirmekle “Onlar ateşten kurtulurlar” “Onlar cennete girerler” “Onlar rü’yete mazhar olurlar” ve daha bu gibi sıfatlarına münâsib çok hükümleri ve cümleleri hayâle yaptırır.

Dördüncüsü: اَلْمُفْلِحُونَ kelimesindeki (ال) hakîkati tasvîre işarettir. Sanki lisân-ı hâliyle diyor ki: “Eğer müflihlerin hakîkatini görmek istersen, اُولٰٓئِكَ nin aynasına bak. Sana temessül edecektir.” Yahud onların ta‘yîn ve temyîzlerine işarettir. Sanki diyor: “Ehl-i felâh olanları tanımak istersen, اُولٰٓئِكَ ye bak, içindedirler.” Veya hükmün zâhir ve bedîhî olduğuna işarettir.

Sayfa 58

Beşincisi: Felâh ve necât yollarını ta‘yîn etmeyen مُفْلِحُونَ kelimesindeki ıtlâk, ta‘mîm içindir. Şöyle ki: Kur’ân’a muhâtab olan, matlûbları ve istekleri muhtelif pek çok tabakalardır ki, bir kısmı ateşten necât istiyorlar. Bir kısmı cennete girmek istiyorlar. Bir kısmı rü’yete mazhar olmak istiyorlar. Ve bunlar gibi o tabakaların pek çok dilekleri vardır. Kur’ân-ı Kerîm مُفْلِحُونَ kelimesini âmm ve mutlak bırakmıştır ki, herkes istediğini ta‘kîb etsin.

اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i nazmı:

Arkadaş! Cenâb-ı Hakk’ın sıfât-ı ezeliye âleminde biri Celâlî, diğeri Cemâlî iki türlü tecellîsi vardır. Celâl ile Cemâl’in sıfât-ı ef‘âl âleminde tecellîsinden, lütuf ve kahır, hüsün ve heybet tezâhür eder. Ef‘âl âlemine tecellî edince, تَحْلِيَه ile تَخْلِيَه tenzîh ile tezyîn doğar. Âsâr ve a‘mâl âleminden âlem-i âhirete intibâ‘ edince, lütuf cennet ve nûr olarak, kahır da cehennem ve nar olarak tecellî eder. Sonra âlem-i zikre in‘ikâs edince, biri hamd, diğeri tesbîh olmak üzere iki kısma ayrılır. Sonra âlem-i kelâmda tecellî edince, kelâmın emir ve nehye taksîmine sebeb olur. Sonra âlem-i irşâda intikāl edince, irşâdı terğîb ve terhîb, tebşîr ve inzâra taksîm eder. Sonra vicdana tecellî edince, recâ ve havf husûle gelir. Sonra irşâdın iktizâsındandır ki, havf ile recâ arasındaki muvâzene devamla muhâfaza edilsin ki, recâ ile doğru yollara sülûk edilsin. Havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ki, ne Allah’ın rahmetinden me’yûs olunsun ve ne de azabından emîn olunsun.

İşte böylece teselsül eden şu hikmetten dolayı, Kur’ân-ı Kerîm, aleddevâm terğîbden sonra terhîbi, ebrârı medhettikten sonra füccârı zemmetmiştir.

Suâl: Bu cümle ile اِنَّ الْاَبْرَارَ لَف۪ي نَع۪يمٍ ٭ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَف۪ي جَح۪يمٍ cümlesi arasında ne gibi bir fark vardır ki, orada atıf var, burada yoktur?

Sayfa 59

Elcevab: Atfın hüsnü, münâsebetin hüsnüne bakar. Hüsn-ü münâsebet, her iki cümleden ta‘kîb edilen garaz ve maksadın bir olmasına mütevakkıftır. Halbuki oradaki maksad, burada yoktur. Burada birinci cümledeki maksad, Kur'ân'ın medhine birinci incirâr eden mü’minlerin medhidir. İkinci cümleden maksad, yalnız tahvîf ve terhîb için kâfirlerin zemmidir. Bu ise Kur’ân’ın medhiyle alâkadâr değildir.

Sonra bu cümlenin ihtivâ ettiği eczânın nazmında tezâhür eden letâif cihetine bakalım. (اِنَّ) ile (اَلَّذ۪ينَ) mevki‘lere göre ifade ettikleri nüktelerden mâadâ, belâgatçe kıymetli sayılan iki nükteyi daha tazammun etmişlerdir ki, Kur’ân, pek çok yerlerinde (اِنَّ) ile (اَلَّذ۪ينَ) yi mükerreren zikretmiştir.

Tahkîkî ifade eden (اِنَّ) deki nükte, şöyle tasvîr edilebilir ki: (اِنَّ) herhangi bir cümlede bulunursa, o cümlenin damını deler, hakîkate nüfûz eder. Ve o da‘vâyı veya hükmü aşağıya indirir. Hakîkate yapıştırmakla, o hükmün hayâlî veya zannî veya mevzu‘ veya hurâfe hükümlerden olmadığını ve ancak hakāik-i sâbiteden olduğunu isbat eder.

Bu cümlede (اِنَّ) nin hususî nüktesi: Bu âyetin muhâtabı olan Hazret-i Muhammed’de (asm) şekk ve inkâr bulunmadığı halde, şekk ve inkârı ref‘ etmek şânında olan (اِنَّ) ile karşılanması, onların îmân etmesi için Peygamber’in (asm) şiddet-i hırsına işarettir.

اَلَّذ۪ينَ kelimesi ise, göze görünmezden evvel akla görünen garib ve yeni hakîkatlere bir vâsıta-i işârettir. Bunun içindir ki, hakîkatleri tebdîl ve tecdîd eden ve inkılâbları tasvîr için kullanılan işaret ve vâsıtalardan en çok kullanılan اَلَّذ۪ينَ ve emsâlidir.

Kur’ân’ın tecellîsiyle çok nev‘ler silindi, hakîkatler yıkıldı. Onlara bedel, yeni yeni nev‘ler, hakîkatler teşekkül etti. Evet, zaman-ı câhiliyete bak. O zamanda bütün nev‘ler millî râbıtalar üzerine teşekkül ettiği gibi, ictimâî hakîkatler de taassub-u kavmî üzerine bina edilmişti. Kur’ân’ın tecellîsiyle o râbıtalar kesildi. O hakîkatler tahrîb edildi. Onlara bedel, dînî râbıtalar üzerine yeni nev‘ler ve hakîkatler ihdâs edildi.

  • Üçüncüsü: “Hidâyetin neticesi, semeresi ve hidâyetteki lezzet ve ni‘met nedir?” diye suâl eden sâile cevabdır. Yani hidâyette saadet-i dâreyn vardır. Hidâyetin neticesi, nefs-i hidâyettir. Hidâyetin semeresi, ayn-ı hidâyettir. Zîrâ hidâyet, hadd-i zâtında büyük bir ni‘mettir. Ve vicdânî bir lezzettir. Ve ruhun cennetidir. Nasıl ki dalâlet, ruhun cehennemidir. Öyle de وَبِالْاٰخِرَةِ âhiretin felâh ve saadetini intâc eder.

    İkinci me’haz: اُولٰٓئِكَ ile yapılan işâret-i hissiye, bir şeyin müteaddid sıfatlarını zikretmek, o şeyin zihinlerde tecessüm etmesine ve akılda hazır ve hayâlde mahsûs olmasına sebeb olduğuna işarettir. Maa-hâzâ, sâbıkan zikirlerinden bir ma‘hûdiyet çıkar. Bu ma‘hûdiyet-i zikriye ma‘hûdiyet-i hâriciyelerine kapı açar. Hâricî olan ma‘hûdiyetlerinden, mümtâz ve müstesnâ insanlar oldukları tebârüz eder ki, nev‘-i beşer içinde gözünü açıp bakanların gözlerine en evvel onların parıltıları çarpar.

    Üçüncü me’haz: Uzaklığı ifade eden اُولٰٓئِكَ onların filcümle yakın oldukları halde uzak gösterilmeleri, ulüvv-ü mertebelerine mecâzî bir işaret olduğuna işarettir. Çünki uzakta bulunanlara bakıldığı zaman, boyca en uzunları görünür. Maa-hâzâ, zamanî ve mekânî olan bu‘d-u hakîkî kasdedilirse, belâgate daha uygun olur. Çünki bütün asırlar, asr-ı saadet gibi bu âyeti zikrediyorlar. Öyle ise اُولٰٓئِكَ ile yapılan işaret, safların evvellerine işarettir. Ve bu i‘tibârla bu‘d, hakîkî olur, mecâzî değildir. Binâenaleyh onların hakîkaten zaman ve mekânca uzak oldukları halde işâret-i hissiye ile gösterilmeleri, azametlerine ve ulüvv-ü mertebelerine işarettir.

    Dördüncü me’haz: Ulviyeti ifade eden (عَلٰي) kelimesidir. Arkadaş! Eşyâ ve şeyler arasında öyle münâsebetler vardır ki, o münâsebetler onları ayna gibi yapıyor. Her birisi ötekisini gösteriyor. Birisine bakıldığı zaman, ötekisi görünür. Meselâ bir parça cam büyük bir sahrâyı gösterdiği gibi, bazen olur ki, bir kelime, uzun ve hayâlî bir mâcerâyı sana gösterir. Bir kelime, pek acîb bir vukūâtı

Item 1 of 5