santral vazîfesini gören ve o santraldeki fişleri hak yolunda çalışanlara rabt ettiği manyeto vazîfesini gören ve her istenilen vakitte muhâbere ettiren Saîd’in ne gibi eczâlar ile muâlece yaptığını ecdadımdan kalan kitaplardan ve tefekkürden buluyorum.
Fakat Üstâdım, bu zamanda bütün anahtarları toplamışsın. İnşâallâh Cenâb-ı Hakk, ilerde çalışacağımı bilir. Ve size emrolur. Ondan sonra doğrudan doğruya zât-ı âlî Efendim Hazretleriyle de muhâbere ederim. Sizden duâ, bizlerden çalışmak Efendim.
Mehmed Ali
(230)
(Zekâî’nin bir fıkrasıdır)
Azîz ve sevgili Üstâdım Efendim,
Hemen hemen bir buçuk aya yakın bir zaman oluyor ki, hasbe’l-kader sevgili Üstâdımdan ve kıymetli kardeşlerimden ayrılmış bulunuyorum. Bir günüm olmuyor ki, hîn-i müfarakatımda Üstâdımın telkîn buyurduğu hakāikin ve şu asrın dehşet ve gird-bâdı hengâmında muhâfaza-i îmânın azîm mükâfâtını va‘d eden iki hadîs-i şerîfin mefhûmunu unutmuş olayım. Evet, o kudsî sözleri hatırladıkça, kendimi Üstâdımın huzurunda görüyor ve kalben gözyaşlarımla te’mînât veriyorum.
İkinci def‘a olarak ruhuma kamçı olan Risâletü'n-Nûr’a hizmetin ve Risâle-i Nûr’un şahs-ı ma‘nevîsine dâhil bulunmanın ne azîm ve kudsî bir hizmet ve beş cihetten ne girân-bahâ bir ticâret-i ma‘nevî olduğunu hatırlatan, âcizleri de dâhil bulunduğu halde, bazı kardeşler nâmına yazılan ve pek musîb bulunan lütufnâme-i âlîlerini Bekir Bey’de gördüm ve sûretini aldım. Bana gaflet geldikçe, her zaman onu okuyup Üstâdımdan dinliyorum. Zannederim ki bu pek mühim ve kıymetdar mektubu okuyan herhangi bir Risâle-i Nûr’un hâdimi, kendini muhâtab addederek vazîfesinin ehemmiyetini ve hizmetinin kudsiyetini Üstâdından dinliyor.
Hâlis ve ciddî arkadaşlarım nâmına Üstâdımın mektubuna, âcizâne kalbime gelen ve Üstâdımın huzurunda gözyaşlarımla te’mînât arz edebilmek ihtiyacıyla zebûn olduğum hislerimle cevab vermek arzu ediyorum. Şefkat ve uhrevî
şefâatinden ümidvâr olduğumuz sevgili Üstâdımız, elbette yarım Zekâî’nin bu perişan hissiyâtını, tarz-ı kitâbeti müşevveş talebesinin kusurunu affeder.
Ey muhterem ve izn-i İlâhî ile on dördüncü asrın dinsiz feylesoflarının hamiyetsiz insafsızlarının çehresini sarartan kahramanı ve dîn-i İslâmın, ümmet-i Muhammedin (asm) azîz müdâfii sevgili Üstâdımız! On dördüncü asrın devre-i bid‘alarında İslâmiyet ve insaniyet üzerinde kopan gird-bâd-ı felâket arasında, bize ve ümmet-i Muhammede (asm) açtığınız râh-ı hakîkat ve hidâyet yolunda ölürcesine çalışmak bizim en büyük gayemizdir. Bunu fıtrî ve insanî bir vazîfe biliriz. Çünki bize de izn-i İlâhî ile Risâle-i Nûr’un hizmetinde zarar gelmeyeceğini, Hazret-i Kur’ân yoluna başını ve hayatını fedâya müheyyâ bulunan ve dinsizlik cereyânının en azgın pençelerini muvâcehesinde inâyet-i hakla âciz ve zayıf bırakan Üstâdımız her an i‘lân ediyor.
Gittiğimiz yolun emîn ve selâmetli olduğuna aslâ şübhe etmiyoruz. Her ne zaman kudret ve ulviyet-i İlâhiyeyi düşünsek, o anda aczimizi, zaafımızı anlıyoruz. Her ne zaman şu zamanın cereyân-ı hazînine, müdhiş hâdisâtına baksak, ye’se, zaafa düşmek değil, en hasta kardeşimizin kalbinde ulvî bir gaye, ruhunda dinsizliğe, dalâlete diş bileyen bir aslan ruhunun mevcûdiyetini hissediyoruz.
Hem bizler her cihette maddî kuvvetten mahrum iken, bize bu tükenmez şecâati, sa‘y u gayreti veren; şu zamanın her adımında dalâlet zehri saçan terakkıyât-ı vahşiyânesine karşı bizim kalb-i mecrûhumuza şifâ serumlarını gününe lâyık bir tarzda ihsân eden, yetiştiren; ve şu devre-i zulümâtın pençe-i rezâletinden, âlâm-ı me’yûsânesinden bizleri âzâde kılan; ruhen, kalben, ma‘nen bize ışık, ümid ve nûr saçan ilhamların, kuvvetlerin ma‘deni, menbaı nedir ve nerededir? Şübhe yoktur ki, evet tarîk-i hak ve hakîkat bize cür’et ve tükenmez şecâati bahşediyor. Bizim kalb-i rûhumuza şifâ serumlarını yapan tarîk-ı hakkın âit olduğu kudret-i ezeliyenin sâhibi bulunan Hâlik-ı Kâinât’tır. Şu devre-i zulümâtın gird-bâd-ı zulmetinden bizi âzâde kılan, bize ışık ve nûr saçan kitâb-ı semâvîdir. Bizler o mukaddes kitabın hâdimi, o mukaddes kitap bizim muhafız ve müdâfiimizdir. Evet, bizlere bu hizmet-i kudsiyede bu hakāik yolunda ölmek, vesîle-i necât ve saadettir emelini taşıyoruz.
Zekâî
(231)
(Hulûsî Bey’in fıkrasıdır)
Bugün hayreti mûcib, nazarı câzib, dikkati câlib, ma‘nâsı latîf, tertîbi zarîf, tevâfuku nazîf, envârı zâhir, i‘câzı bâhir, zübde-i burhân, erkân-ı îmân bir lem‘a-i i‘câz-ı Kur’ân olan ve mübârek Hüsrev’in çok mükemmel bir tarzda istinsâh ettiği Yirmi Dokuzuncu Söz ile, melfûfü cidden çok mühim mes’eleleri câmi‘ ve bedî‘ cevabları hâvî On Altıncı Lem‘a’yı ve benim gibi tenbellere mükemmel bir ders-i îkāz olan mektubu almakla bahtiyar ve çoktandır mahrum kaldığım nûrlara kavuşmaktan mütevellid ni‘mete mazhariyetten dolayı, Cenâb-ı Hallâk-ı Rahîm’e teşekkürden âcizim. Oradaki kardeşlerimizin beş nevi‘ ibâdet hakkındaki îzâhları ile kötü şahsiyetime değil, sırf Kur’ân’a, îmâna, nûra, hakāike müteveccih hâlime baktım. Ve kanâatlerimi yokladım, ben de aynı şeyleri düşünmüş ve kanâat getirmiştim.
(1-) Ehl-i dalâlete karşı mücahade: اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ
(2-) Neşr-i hakîkatte Üstâda yardım: وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى ٭ اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاُولِي الْاَمْرِ مِنْكُمْ
(3-) Müslümanlara îmân cihetinde hizmet: اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامِ ٭ وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُو ٭ اِنَّمَا الْمُومِنُونَ اِخْوَةٌ gibi âyetlerle, اَلدّ۪ينُ النَّص۪يحَةُ ٭ اَلدّ۪ينُ النَّص۪يحَةُ ٭ اَلدّ۪ينُ النَّص۪يحَةُ hadîs-i şerîfi.
(4-) Kalemle ilmi tahsîl: نٓ وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ Mademki hakîkat ilmi tedrîs edilmiyor, elbette mahfî hikmetlere binâen mahdûd insanların eline geçen, kulağına giren bu nevi‘ derslerin ciddî tahsîli için, bilhassa okuması, yazması olanların bizzât yazmak sûretiyle bu neticeyi bulacaklarına şübhe edilmemelidir. Bir şeyi yazmak, onu okumak, anlamak, sonra başka kağıda nakletmektir ki, bu tarzla matlûb istifâdenin te’mîn edileceği muhakkaktır.
(5-) Bir saati bir sene ibâdet hükmüne geçecek tefekkür: Evet, nûrlarla istifâdede böyle saatler, zannederim hepimizin meşhûdu olmuştur. Sözlerdeki hakāiki tefekkür, aynen Kur’ân’ın künûzunu ma‘nen taharrîdir ki, Fettâh ve Hakem ismi imdâda yetişerek,