Hem Üstâdımız diyor ki:
Ben derim: Bu zamanda hocalardan, hattâ sofilerden ziyâde zâbıta efrâdı ehl-i takvâ olup, kebâirden kendilerini muhâfaza ve ferâizi yapmasını vazîfeleri iktiza ediyor. Ve ona ihtiyâc-ı şedîd var. Tâ ki karşısındaki ma‘nevî tahrîbâtçılara karşı, âsâyiş ve emniyet-i umûmiyeye âit vazîfelerini tam yapabilsinler.
Hizmetindeki nûr talebeleri
*
* *
[629]
(Üstâdımızın çok evvel yazmış olduğu zîrdeki mektûbu, “şahsî nüfûz te’mîn ve dîni siyâsete âlet etmek” ithâmlarına tam bir cevab olduğundan karârnâmeye ilhâk edilmiştir.)
Konuşan yalnız hakîkattir
Risâle-i Nûr’da isbât edilmiştir ki, bazen zulüm içinde adâlet tecellî eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme ma‘rûz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindâna da atılır. Bu sebeb haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa, adâletin tecellîsine bir vesîle olur. Kader-i İlâhî başka bir sebebden dolayı cezâya, mahkûmiyete istihkāk kesbetmiş olan o kimseyi, bu def‘a bir zâlim eliyle cezâya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adâlet-i İlâhiye’nin bir nevi‘ tecellîsidir.
Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zâlimâne işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dîni siyâsete âlet yapmak mı? Fakat bunu ne için tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i hâlde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor, diğer bir mahkeme aynı mes’eleden dolayı beni tekrar muhâkeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor, beni tazyîk ediyor, türlü türlü işkencelere ma‘rûz kılıyor. O da netîce elde edemiyor, bırakıyor. Bu def‘a bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musîbetten musîbete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnâd ettikleri suçun aslı ve esâsı olmadığını nihâyet kendileri de anladılar.
Onlar bu ithâmı kasden mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasıd olsun, ister vehim olsun, ben böyle bir suçla münâsebet ve alâkam olmadığını kemâl-i kat‘iyetle yakînen ve vicdânen biliyorum. Dîni siyâsete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insâf dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla ithâm edenler de biliyorlar.
O hâlde neden bana bu zulmü yapmakta ısrâr edip durdular? Neden ben suçsuz ve ma‘sûm olduğum hâlde, böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye
ma‘rûz kaldım? Neden bu musîbetlerden kurtulamadım? Bu ahvâl, adâlet-i İlâhiyeye muhâlif düşmez mi?
Bir çeyrek asırdır bu suâllerin cevablarını bulamıyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakîkî sebebini şimdi anladım. Ben kemâl-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi maddî ve ma‘nevî terakkiyâtıma, kemâlâtıma âlet yapmakmış.
Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allâh’a binlerle şükrediyorum ki, uzun seneler ihtiyârım hâricinde olarak hizmet-i îmâniyemi maddî ve ma‘nevî kemâlât ve terakkiyâtıma ve azâbdan ve cehennemden kurtulmama ve hattâ saâdet-i ebediyeme vesîle yapmaklığıma, yahud herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma ma‘nevî gāyet kuvvetli mânialar beni men‘ediyordu. Bu derûnî hisler ve ilhâmlar, beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı ma‘nevî makāmâtı ve uhrevî saâdetleri, a’mâl-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak, hem meşrû‘ hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı hâlde, ben rûhen ve kalben men‘ediliyordum.
Rızâ-yı İlâhî’den başka fıtrî vazîfe-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız îmâna hizmet husûsu bana gösterildi. Çünkü şimdi bu zamanda, hiçbir şeye âlet ve tâbi‘ olmayan ve her gāyenin fevkinde olan hakāik-i îmâniyeyi fıtrî ubûdiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyâcında olanlara te’sîrli bir sûrette bildirmek,
bu keşmekeş dünyasında, îmânı kurtaracak ve muannidlere kat‘î kanâat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inâdcı dalâleti kırsın, herkese kat‘î kanâat verebilsin. Bu kanâat da bu zamanda, bu şerâit dâhilinde, dînin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve ma‘nevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husûle gelebilir. Yoksa komitecilik ve cem‘iyetçilikten tevellüd eden dehşetli dînsizlik şahsiyet-i ma‘neviyesine karşı çıkan bir şâhıs en büyük ma‘nevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izâle edemez. Çünkü îmâna girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şâhıs dehâsıyla, hârika makāmıyla bizi kandırdı. Böyle der ve içinde şüphesi kalır.
Allâh’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir dîni siyâsete âlet ithâmı altında, kader-i İlâhî ihtiyârım hâricinde, dîni hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adâlet olarak beni tokatlıyor, ikāz ediyor. “Sakın!” diyor, “Îmân hakîkatini kendi şâhsına âlet yapma! Tâ ki, îmâna muhtâç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakîkat konuşuyor. Nefsin evhâmı, şeytânın desîseleri kalmasın, sussun!”
İşte nûr risâlelerinin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husûle getirdiği heyecânın, kalplerde ve rûhlarda yaptığı te’sîrin sırrı budur,
başka bir şey değildir. Risâle-i Nûr’un bahsettiği hakîkatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitablar daha beliğāne neşrettikleri hâlde, yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücâdelede bu kadar ağır şerâit altında Risâle-i Nûr bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur: Saîd yoktur, Saîd’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakîkattir, hakîkat-i îmâniyedir!
Mâdem ki, nûr-ı hakîkat, îmâna muhtâç gönüllerde te’sîrini yapıyor, bir Saîd değil, bin Saîd fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefâlar ve ma‘rûz kaldığım işkenceler ve katlandığım musîbetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakāret edenlere, türlü türlü ithâmlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindânlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.
Âdil kadere de derim ki:
Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa herkes gibi gāyet meşrû‘ ve zararsız olan bir yol tutarak şâhsımı düşünseydim, maddî ma‘nevî füyûzât hislerimi fedâ etmeseydim, îmân hizmetinde bu büyük ma‘nevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve ma‘nevî her şeyimi fedâ ettim, her musîbete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sâyede hakîkat-i îmâniye her tarafa yayıldı. Bu sâyede nûr mekteb-i irfânının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i îmâniyede onlar devâm edeceklerdir. Ve benim maddî ve ma‘nevî
her şeyden ferâgat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allâh rızâsı için çalışacaklardır.
Benimle berâber çok talebelerim de türlü türlü musîbetlere, ezâ ve cefâlara ma‘rûz kaldılar, ağır imtihânlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek, kader-i İlâhî’nin sırlarına, derin tecellîlerine âkıl erdiremeyerek bizim da‘vâmıza, hakîkat-i îmâniyenin inkişâfına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz, onlar için yalnız hidâyet temennîsinden ibârettir. Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı, hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikām emeli beslememesini ve onlara mukābil Risâle-i Nûr’a sadâkat ve sebâtla çalışmalarını tavsiye ederim.
Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetü’z-Zehra’nın Risâle-i Nûr talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.
S.A.
*
* *
[630]
(Kardeşlerim! Sizce münâsib ise başvekîle ve dîndâr meb‘ûslara verilmek üzere, ihtâra binâen yazdırılmış gāyet ehemmiyetli bir hakîkattır.)
Mukaddime: Kırk seneye yakın siyâseti terkettiğimden ve ekser hayatım bir nevi‘