İkinci Mes’ele: Rivâyetlerde “Her iki Deccâl’ın hârikulâde icrââtlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş. Hatta bir kısım bedbaht insanlar, onlara bir nevi‘ ulûhiyet isnâd ederler” diye haber verilmiş. Bunun sebebi nedir?
Elcevab: اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ Her iki Deccâl’ın icrââtlarının büyük ve hârikulâde olması ise, ekserî, tahrîbât ve hevesâta sevkiyât olduğundan, kolayca hârikulâde öyle işler yaparlar ki, bir rivâyette bir günleri, bir senedir. Yani bir senede yaptıkları işleri, üç yüz senede yapılmaz. Ve iktidarları pek fevkalâde görünmesi ise, dört cihet ve sebebi var.
Birincisi: İstidrâc eseri olarak müstebidâne olan koca hükûmetlerinde cesur orduların ve fa‘âl milletin kuvvetiyle vukûa gelen terakkıyât ve iyilikler, haksız olarak onlara isnâd edilmesiyle, binler adam kadar bir iktidar, onların şahıslarında tevehhüm edilmeye sebeb olur. Halbuki hakîkaten ve kaideten, bir cemâatin hareketiyle vücûda gelen müsbet terakkıyât ve mehâsin ve şeref ve ganîmet, o cemâate taksîm edilir ve efradına verilir. Ve seyyiât ve tahrîbât ve zâyiât ise, reisinin tedbîrsizliğine ve kusuruna verilir. Meselâ, bir tabur bir kal‘ayı fethetse, ganîmet ve şeref, süngülerine âittir. Ve menfî tedbîrler ve zâyiâtlar olsa, kumandanlarına âittir. İşte hak ve hakîkatin bu düstûr-u esâsîsine bütün bütün muhâlif olarak, müsbet terakkıyât ve hasenât, o müdhiş başlara; ve menfî icrâât ve seyyiât, bîçâre milletlerine verilmesiyle, nefret-i âmmeye lâyık olan o şahıslar, istidrâc cihetiyle ehl-i gaflettarafından bir muhabbet-i umûmiyeye mazhar olurlar.
İkinci Cihet ve Sebeb: Her iki Deccâl, a‘zamî bir istibdâd ve a‘zamî bir zulüm ve a‘zamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, onlarda a‘zamî bir iktidar görünür. Evet, öyle acîb bir istibdâd ki, kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesâtına, hatta elbisesine müdâhale ederler. Zannederim asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri bir hiss-i kablelvukū‘ ile bu dehşetli istibdâdı hissetmişler. Oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanmışlar. Yanlış bir hedef ve hata bir cebhede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın yüzünden, yüz köyü harâb ve yüzer ma‘sûmları tecziye ve tehcîr edip perişan ederler.
Üçüncü Cihet ve Sebeb: Her iki Deccâl, Yahûdînin, İslâm ve Hıristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muâvenetini; ve kadın hürriyetinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını; hatta İslâm Deccâlı, masonların komitelerini aldatıp müzâheretlerini kazandıklarından kendilerinde dehşetli bir iktidar zannedilir. Hem bazı ehl-i velâyetin istihrâcâtıyla anlaşılıyor ki, İslâm Devleti’nin başına geçecek olan süfyânî Deccâl ise, gayet muktedir ve dâhî ve fa‘âl ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şân ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadr-ı a‘zam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metîn ve cevvâl ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur. Onları teshîr eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icrââtlarını, riyâsızlıklarından istifâde ederek kendi şahsına isnâd eder. Ve o vâsıta ile, koca ordunun ve hükûmetin teceddüd ve inkılâbından ve harb-i umûmî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyâcın sevkiyle işledikleri terakkıyâtı şahsına isnâd ettirerek, şahsında pek acîb ve hârika bir iktidar bulunduğunu meddâhları tarafından işâa ettirir.
Dördüncü Cihet ve Sebeb: Büyük Deccâl’ın ispirtizma nev‘inden teshîr edici hâssaları bulunur. İslâm Deccâlı’nın dahi bir gözünde teshîr edici manyetizma bulunur. Hatta rivâyetlerde, “Deccâl’ın bir gözü kördür” denmekle nazar-ı dikkati gözüne çevirerek, büyük Deccâl’ın bir gözü kördür. Ve ötekinin bir gözü, öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu hadîste kaydetmekle, onlar kâfir-i mutlak bulunduklarından, yalnız münhasıran bu dünyayı görecek bir tek gözleri var ve âkıbeti ve âhireti görebilecek gözleri olmadığına işaret eder. Ben ma‘nevî bir âlemde İslâm Deccâlı’nı gördüm. Yalnız bir tek gözünde teshîrci bir manyetizmayı gözümle müşâhede ettim. Ve onu, bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cür’et ve cesâretle mukaddesâta hücum eder. Avâm-ı nâs, hakîkat-i hâli bilmediklerinden hârikulâde bir iktidar ve cesâret zanneder. Hem şânlı ve kahraman bir milletin mağlûbiyeti hengâmında, böyle istidrâclı ve şânlı ve tâli‘li ve muvaffakiyetli ve kurnaz bir kumandanı bulduğundan, gizli ve dehşetli olan mâhiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla onu alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister. Fakat kahraman ve mücâhid ordunun ve dindâr milletin, ruhundaki nûr-u îmân ve Kur’ân ışığıyla hakîkat-i hâli göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahrîbâtını, ta‘mîre çalışacağı rivâyetlerden anlaşılır.
Üçüncü Küçük Mes’ele: Medâr-ı ibret üç hâdisedir. Birinci Hâdise: Bir zaman Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ömer Radıyallâhü Anh’a, Yahûdî çocukları içinde birisini gösterdi, “İşte sûreti!” dedi. Hazret-i Ömer (ra): “Öyle ise, ben bunu öldüreceğim” dedi. Ferman etti: “Eğer bu, Süfyân, İslâm Deccâlı olsa, sen öldüremezsin. Eğer o değilse, onun sûretiyle öldürülmez.” Bu rivâyet işaret eder ki, onun sûreti, hâkimiyeti zamanında çok şeylerde görüneceği gibi, kendisi de Yahûdîler içinde tevellüd edecek. Garibdir ki, onun sûretindeki bir çocuğu katledecek derecede ona hiddet ve adâvet eden Hazret-i Ömer, (ra) o Süfyânın en çok beğendiği ve takdîr ettiği ve çok def‘a ondan senâkârâne bahsettiği bir memduhu olmuştur.
İkinci Hâdise: “O İslâm Deccâlı, sûre-i وَالتّ۪ينِ وَالزَّيْتُونِ nin ma‘nâsını merak edip soruyor” diye çoklar nakletmişler. Bu sûrenin akîbinde olan اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ sûresinde اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰي cümlesi, onun aynı zamanına ve şahsına cifir ile ve ma‘nâsıyla işaret ettiği gibi, ehl-i salâta ve câmi‘lere tâğiyâne tecâvüz edeceğini gösteriyor. Demek o istidrâclı adam, küçük bir sûreyi kendisiyle alâkadâr hisseder. Fakat yanlış eder, komşusunun kapısını çalar.
Üçüncü Hâdise: Bir rivâyette “İslâm Deccâlı Horasan taraflarından zuhûr edecek” denilmiş. لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ bunun bir te’vîli şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi; ve İslâmiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivâyet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle, süfyânî Deccâl, onların içinde zuhûr edeceğine işaret eder. Garibdir, hem çok garibdir ki, yedi yüz sene müddetinde İslâmiyet’in ve Kur’ân’ın elinde şerefşiâr, bârika-âsâ bir elmas kılıç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyet’in bir kısım şiârına karşı isti‘mâl etmeye çalışır. Fakat muvaffak olamaz, geri çekilir. Kahraman ordu, dizginlerini onun elinden kurtarıyor, diye rivâyetlerden anlaşılıyor.
وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ
Âyetinin verâset-i Ahmediye (asm) cihetinde, ma‘nâ-yı işârî noktasında, bu asırda o Rahmeten li’l-Âlemîn’in bir aynası ve hakîkat-i Kur’âniyenin bir hakîkî tefsîri olan Risâle-i Nûr, o küllî rahmetin bir cilvesi ve bir numûnesi olmasından; hakîkat-i Muhammediyenin (asm) bir kısım evsâfı, ma‘nâ-yı mecâzî ile cüz’î bir vârisine verilebilir diye, bu parlak kasîdeye ilişmedim. Yalnız hakîkat-i Ahmediye (asm) ile aynasının farkına işareten bazı kelimeler ilâve edildi.
1
Huzur bulur bugün seninle âlem
Ey bu asırda rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
Sürûr bulur bugün seninle âdem
Ey bir rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
2
Bu hasta gönüller çoktan perişan
Varsa sende eğer Lokmân’dan nişan
Bir şifâ sun, gel ey mahbûb-u zîşân!
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
3
Gelmez mi sonu bu uzun hecenin?
Geçmez mi gamı bu yaslı gecenin?
Zârîarttı, sabrı bitti nicenin
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
4
Fahr-i Âlem arşdan bu yere indi
Şâh-ı velâyet gelip düldüle bindi
Zülfikārbugün artık Nûr’a dendi
Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
5
Yolumuz bu Nûr’un nûrlu yolu
Olduk hepimiz o Nûr’un bir kulu
Nûr yolunda yürüyen hem ne mutlu
Ey numûne-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
6
Nûrs’un nûr çıkan nûrlu dağında,
Bülbül öter bahçesinde bağında
Tozu olsak anın pâk ayağında
Ey rahmet-i âlem cilvesi Risâletü’n-Nûr!
7
Derdlere dermansın, mahbûb-u cansın
Hem câmiü’l-esmâ ve’l-Kur’ân’sın
Hem de nûr hakkında bize ihsânsın
Ey bir rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
8
Bu âlemde madde değil, bir özsün
Her bir zerrede bakan bütün bir gözsün
Kâinâtı hayran eden bütün bir yüzsün
Ey misâl-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
9
Aslı evvelisin balın, şekerin
Deryasısın cümle ilmin, hünerin
Gelmedi, cihana böyle eser benzerin
Ey mir’ât-ı rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
10
Sen aylardan, güneşlerden üstünsün
Nihâyetsiz, sonu gelmez bütünsün
Nûr cemâlin bütün bütün görünsün
Ey mazhar-ı rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
11
Boyun büküp acı acı melerdik
Göz yaşını kanlar ile silerdik
Görsek diye seni Hakdan dilerdik
Ey bir temsîl-i rahmet-i âlemRisâletü’n-Nûr!
12
Çünki sensin, bu asırda Rahmeten li’l-Âlemîn’in cilvesi
Çünki sensin, şimdi Şefîu’l-Müznibîn’in vârisi,
اَغِثْنَا يَاغِيَاثَ الْمُسْتَغ۪يث۪ينَ bir duâsı
Ey şu‘le-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
13
Şifâ bulsun şimdi biraz yaramız
Revâc bulsun, geçer olsun paramız
Saç nûrunu, aka dönsün karamız
Ey ziyâ-yı rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
14
Cürmümüzle külhân gibi pür-nârız
Derd elinden hem her gün zâr u zârız
Affet bizi, madem hep sana yârız
Ey nûr-u rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
15
Meylimiz yok, yalancı bir dünyaya
Son verdik biz, bid‘alara, riyâya
Kapılmayız öyle kuru hülyaya
Ey bir hakîkat-ı rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
16
Yok bizde cem‘iyet kurma hülyası
Yok başka bir yola gitme sevdâsı
Olduk ancak Nûr’un derdli şeydâsı
Ey derdlilere rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
17
Yollarda bıraktık geçtik dervişi
Attık gönüllerden öyle teşvîşi
Kâfî bu parlayan nûrun güneşi
Ey ma‘kes-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
18
Geçmişiz hep medihlerden, senâdan
Yüz çevirdik servetlerden, gınâdan
Nûr isteriz, geçmeden bu fenâdan
Ey bu asırda rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
19
Nûr elinden içeli biz şarabı
Çevirmişiz tatlılığa azâbı
Bir mahbûbun biz de olduk türâbı
Ey bize rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
20
Âşıkların arşa çıkan feryâdı
Ağlatıyor o pâk ruhlu ecdâdı
Allah için eyle bize imdâdı
Ey muhtaçlara rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
21
Gökler saldı belâ, yer verdi belâ
Sarstı âfâkı bir acı vâveylâ
Rahmet et âleme, ey nûr-u Mevlâ!
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
22
Bir yanda sel var, bir yanda kan akar
Bu belâ ateşi, âlemi yakar
Ağlayan bu beşer hep sana bakar
Ey numûne-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
23
Çevrildi ateşle bu koca dünya
Bir cehennem gibi kaynadı derya
Yetiş imdâda, ey şâh-ı evliyâ!
Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
24
Her yangını senin nûrun söndürür
Her bir yeri bir gülşene senin nûrun döndürür
Deccâl’ı da bir gün gelir, elbet öldürür
Ey nûr-u rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
25
Zındıkaya, küfre karşı saldırdın
Gönüllerden kederleri kaldırdın
Bizi nûrun deryasına daldırdın
Ey bîçârelere rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
26
Kaldıramaz sana aslâ kimse el
Bağlıyoruz bizler sana candan bel
Dünyalara sensin ümid ve emel
Ey ziyâ-yı rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
27
Sen ordu kurmazsın erle uşakla
Savaşmazsın öyle, topla, bıçakla
Nûrunla şu asrı tutup kucakla
Ey şimdi rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
28
Bitsin de bu korkunç tûfân-ı şedîd
Açılsın yepyeni bir devr-i mes‘ûd
On sekiz bin âlem eylesin hep îyd
Ey ehl-i Kur’ân’a rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
29
Geliyor şu karşıdan gerçi bir zulmet
Fakat sensin bugün âleme rahmet
Boğacaksın onu nûrunla elbet
Ey bir rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
30
Kızıl ejder yuvamıza girmesin
Zehirli eli yakamıza ermesin
Karşı durup nûrun fırsat vermesin
Ey seyf-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
31
Kara duman üstümüzden sağılsın
Kızıl alev sönüp âlem ayılsın
Bu zaferin haşre kadar anılsın
Ey zülfikār-ı rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
32
O soydandır, nice canlar yakanlar
O soydandır, evler, barklar yıkanlar
O soydandır, sana kînle bakanlar
Ey huccet-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
33
Ma‘sûmların kanlarını içerler
Ebû Cehilleri, Nemrûdları geçerler
Ölümlerden ölümleri seçerler
Ey şimdi bir rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
34
Bir mikrop ki, ciğerleri dişliyor
Kanımızla kendisini besliyor
Temiz yurdu telvîs edip pisliyor
Ey bir eczâhâne-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
35
Gāzilerin, fâtihlerin konağı
Seyyidlerin, serverlerin otağı
Bu vatandır, şehîdlerin yatağı
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
36
O şehîdin ala dönmüş kefeni
Miskler kokar, güle benzer bedeni
Öper melekler de o nûrlu na‘şını
Ey numûne-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
37
Kur’ân diyor, ölmemiştir, diridir
Her birisi Hakk’ın aslan eridir
Türbeleri, yürekleri titretir
Ey âyîne-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
38
Armağansın çünki asıl millete
Düşmeyelim bir gün bile zillete,
Götür bizi, şânlı büyük devlete
Ey misâl-i rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
39
Eyleyeler nûrun ile hep savlet
Zaferlerle şânlar bulup bu millet
Şarka, garba ziyâ salsın bu devlet
Ey bizlere rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
40
Nûrdan kanadın var, hem sağlam kolun var
Nûrdan senin Hakk’a giden yolun var
Kabûl et, bir kemter Feyzî kulun var
Ey bu asırda rahmet-i âlem Risâletü’n-Nûr!
Üstâdım Efendim Hazretleri! وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ
âyetinin nûrlarından, nûrun sâyesinde alabildiğim bir zerreyi bu şekilde yazdım. Ve huzûr-u irfânınıza sundum. Kabûlünü ricâ eder, selâmlarımızı sunar, mübârek ellerinizi öperiz efendimiz.
Bîçâre talebeniz
Hasan Feyzî
رَحْمَةُ اللّٰهِ عَلَيْهِ اَبَدًا دَٓائِمًا
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
Merhum Hasan Feyzî, nûrlardan aldığı hakîkat dersini, nûrlara işaret ederek güzel tanzîm etmiş. Lahikaya girsin.
Saîdü’n-Nûrsî
Güzel oku, her zerrede coşkun birer ma‘nâ var,
Derd ehline bu ma‘nâda canlar sunan edâ var.
Vermek için parlaklığı, gamlı gönül evine,
Bir bak hele, her cilâdan üstün olan cilâ var.
Derin, güzel düşünce ile incelersen bunu sen,
Zayıflamış ruhlar için dağlar gibi gıda var.
Hem dilersen, tükenmeyen sermâye-i serveti,
Aç gözünü Nûrlara bak, işte sana tufan gibi gınâ var.
Beni tanı, yürü kulum, yürü diye bizlere,
Her nefeste şefkat ile Rabbimizden nidâ var.
Duymuş isen bu nidâyı, her zerrenin dilinden,
Müjde olsun, artık sana Cennet denen safâ var.
Uzaklara bakma, Nûrlara bak, yürü âlem onun aynası,
Görmez misin, her yüzünde aynı renkte ziyâ var.
Bir güneştir her zerrede cilve yapıp parlayan,
Bilmez misin, sende dahi o edâdan edâ var.
Eller açıp yürü bugün kana kana Risâle-i Nûr’dan ışık al,
Aşka uyan, nûra kanan her zerrede rehâ var.
Hüner değil, dostu düşman; yâri ağyâr eylemek,
Yâdı biliş yapasın ki, ancak dostta vefâ var.
Hünerdir ki, yaprak, atlas; toprak, elmas olmalı,
Çünki bir bak, ne yaprakta, ne toprakta bekā var.
Kısa görüp denizleri damlalara çevirme,
Hakîkatte, her damlada gizli birer derya var.
Damla iken aslın senin, dağı taşı aşarsın,
Hem gökleri keşfedersin, sende ey nûr, böyle dehâ var.
Bir noktayı cihan yap, o cihana hâkim ol,
Zîrâ senin bir noktanda, güneş kadar zekâ var.
Her zerrenin ka‘besidir kalbi, yine kendine,
Dikkat eyle, her birinde yine ancak Hudâ var.
Sakın Feyzî, sen gözünü Hakk yüzünden ayırma,
Hakkı gören gerçeklere, hakkı kadar atâ var.
Denizli Kahramanı Merhum Hasan Feyzî Rahmetullâhi Aleyh
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ
Hasan Feyzî’nin Denizli ve hapsinin ve civarının hâs talebelerini temsîl ederek, onların nâmına Üstâdının vasiyetnâmesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münâsebetiyle yazdığı bir mersiyedir. Ve vefat haberini almış gibi kalemi ağlamış. Lâhikaya geçirilsin.
Saîdü’n-Nûrsî
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عِلْمِ اللّٰهِ (فَدَاكَ اَب۪ي وَاُمّ۪ي وَنَفْس۪ي يَٓا اُسْتَاذ۪ي)
Anam ve babam ve tatlı canım sana fedâ olsun Üstâdım! Birkaç gündür, acılarımıza zehirler katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı kızıl ırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize devâlar aradığımız o mübârek ay, âkıbet husûfa mı uğruyor? Nûruyla bu güzel vatanı aydınlatan ve parlatan Üstâdımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, âkıbet göç mü ediyor?
Vâ halîlâh!
Neşir ve ta‘mîm buyurduğunuz vasiyetnâme, bizler için hakîkaten böyle bir kara haberi bildiren bir yeis ve mâtem işareti midir? Yoksa, yıllardan beri rûy-u zemînde ağlayıp inleyen kimsesiz müslümanların büsbütün kurtuluşu beşâreti midir? Bize bir haber sal. Sal ki, eğer böyle bir beşâret ise, senelerden beri hep ağlayan gözyaşlarımızı tutup, biraz da gülmesini bilelim ve öğrenelim. Acaba bu, bize tahmînlerimizi te’yîd ve takviye edecek bir nevrûzu mu, yoksa maâzallâh gözyaşlarını çağlatıp ummân edecek bir nevmîdi mi verecek? O bir vasiyetnâme mi, yoksa bir tebrîknâme mi? Yoksa, “Oğul, uşak ve âileden mahrumum. Belki bana yas tutan ve mersiye yazan olmaz” diye, kendi mersiyeni kendin mi yazdın Üstâdım!
Senin sayısı yüz binleri aşan büyük bir âile efradın var. Hem öyle ki, eğer istesen, hepsi sana hayatlarını fedâya hazır. Sana üç yüz elli milyon insan yas tutup ağlar. Belki sana aylar ve güneşler de ağlar. Sana melekler de mersiyeler okur ve yazar. Sana, seninle beraber dâimâ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ deyipzikir eden geceler de, gündüzler de ağlar Üstâdım.
Şimdiye kadar hangi ölünün böyle milyonlarca yascısı, mersiyecisi ve âile efradı vardı ki? Bize sultanların
ve hakanların bile bırakamayacağı bir mîrâsı, çok zengin ve büyük bir hazineyi, ölmeyecek olan Risâletü’n-Nûr’u armağan edip, asıl dosta gidiyorsun. Allah senden ebediyen râzı olsun Üstâdım!
Demek bundan sonra kederlerimizi onunla giderip, bütün müşkillerimizi o Risâle-i Nûr’a mı havâle edeceğiz? Gece ve gündüz hep onunla mı mütesellî olacağız? Demek, حَيَات۪ي خَيْرٌ لَكُمْ وَمَمَات۪ي خَيْرٌ لَكُمْ diyerek hayatının bizim hakkımızda hayırlı ve nûrlu olduğu kadar, mevtinin de aynı vecihle yine bizler için iyi ve hayırlı olduğunu göstermek istiyorsun. Şahsıma âit diye, belki bu yazılarımı da kabûl etmek istemezsin. Fakat kabûl buyurmanı ricâ ederim. Çünki ben, seni medh ü senâ etmiyorum. Ben senin medhini ve vasfını, hep Hazret-i Kur’ân’a havâle ediyorum. Esâsen bende o dil, o kudret ve o iktidar yok ki! Ben ancak, bu ölme ve göçme hâdisesinin bize saldığı elemlerden ve yağdırdığı kederlerden, ancak bir damlasını yazıyorum. Zaten şimdiye kadar sana Gavs dedik, Müncî dedik, Kutub dedik, hiçbirini kabûl etmedin. Veli dedik, Hazret dedik, aslâ iltifât etmedin. İsmini ve resmini, nâm ve şânını hep unutmak ve unutturmak istedin. Kendini hâk ile yeksân ettin. Son Ebu’t-türâb da sen oldun. Senin Kur’ân hâdimliğinin meddâhı ve vassâfı o Hutbe-i Ezeliye iken, biz âcizler seni nasıl medih edebilirdik? Nasıl ta‘rîf ve tavsîf edebilirdik?
Madem ki, Kur’ân sana “Said” (سَع۪يدْ) demiş, elbette Said’sin. Hem ismin ve hem resmin Said’dir.
Madem ki, Kur’ân sana “Said” (صَع۪يدْ) demiş, elbette hem için temiz ve tâhirdir, hem de dışın.
Madem ki, Celcelûtiye sana “Bedî‘” demiş, bundan daha güzel medih ve bundan daha a‘lâ ve ezkâ bir vasıf mı olur? Sen böyle nişanlar ve ihsânlarla gelen, bu asrın bir hidâyet serdârısın. Bizler senin kadrini ve bu kıymetini bilemedik. Senin büyük kadrini ve şânını gelecek olan asırlar takdîr edip, asıl menkıbe ve mersiyeni yine onlar yazacaklar.
Âh! Ne olurdu, şimdi şu sayılı nefeslerini verdiğin şu anda, şu son deminde, huzurunda ve yanında bulunup, sana hizmet edebilse idim. Son kelâmını ve son vasiyetini işitebilse idim! Harâretten kuruyan o mübârek ağzına sıcak bir fincan çay, birkaç damla su verebilse idim! Ağrıyan mübârek kollarını ellerimle tutup oğuşturabilse idim! Risâletü’n-Nûr’un te’lîfini tamam edip, neşrinin dahi esbâbını te’mîn ve tanzîm ederek ve talebelerinize, biz âcizlere bırakarak ebediyete, refîk-i a‘lâ’ya ve Allah’a gidiyorsun. Âlem-i ervâha uçtuğunda bizi unutma! Büyük ağabeyimiz, ki şânlı ve muhterem
Şehîd Hâfız Ali’dir, ona ve bütün kardeşlere ve ecdada ve atalara ve evliyânın büyük ruhlarına bizden selâm et! Hâlet-i nez‘imizde ve berzahımızda, rûz-u cezâ ve mahkeme-i kübrâmızda bize şefâatçi ol.
Âh! Demek o sû’-i kasdçiler, nâil-i merâm mı oluyor? Demek güzel yüzün, bize artık haram mı oluyor?
Âh! Ahbâbın ağlayıp, a‘dânın güleceği böyle kara bir günü görmek istemezdik. Bizler hep, halâsı bekler ve arardık. Demek onlara bayram, bize mâtem mi var? Biz dostlara ne diyelim, seni soranlara ne cevab verelim? Demek bundan sonra, seni bu dünyada şu baş gözümüzle bir daha görmeyecek miyiz? Artık vuslat, hasrete mi döndü? Öyle ise rüyamızda olsun, bize görün dur. Kusurumuza bakma! Âlem-i hayâl ve menâmda olsun teselli buyur. Biz senin terhîsini ister ve serbest olmanı dilerdik. Fakat böyle mevt tezkeresiyle değil. Yoksa ten kafesinden uçan can kuşunun, daha şen ve daha serbest; beden kınından çıkan o ruh kılıcının daha parlak, daha keskin olacağını ve o vakit bize daha şefîk ve daha rahîm ve daha kurtarıcı olacağı için mi, ölümü arzuladın Üstâdım? Çünki Hâfız Ali’yi evvelce yerine bedel göndermeye râzı olduğun ve icrâ ettiğin halde, bu sefer hiçbir bedel ve fedâ da kabûl etmiyorsunuz. Husrev gibi bir sevgilinin, senin yerinde ölmek teklîfini reddediyorsunuz. Demek göç ve sefer muhakkak mı Üstâdım?
Demek Hazret-i İmâm-ı Alî’yi (ra) ağlatıp, Ömer’i (ra) şaşırtan, Ehl-i Beyt’i inletip, Medîne-i Münevvere’yi karartan o hâl-i pür-melâlin bir numûnesi, âkıbet bizim bu garib başlarımıza da mı çöküyor? Pek vakitsiz, pek erken değil mi Üstâdım?
Sana bu mektubum acaba son mu olacak, diye titriyorum. Gerçi sen diyorsun: “Mektuba, şahsa ve söze ne hâcet! Bize uzaklık ve yakınlık yok. Birimiz şarkda, birimiz garbda veya kabirde olsa, yine istediğimiz zaman görüşebiliriz.” Evet, âmennâ, bu doğrudur. Fakat benim gibi körler ve körpeler ne yapsın Üstâdım?
Otuz yıl evvel Lemeât’ınızda yazdığınız, “Yetmişinci olupdur, o mezara bir mezar taş, beraber ağlıyor hüsrân-ı İslâm’a.” hakîkati bu mu idi, böyle mi tecellî edecekti? Azîz canınızın cânân eline, cemâl güllerine ermesi bu dem mi idi? Yirmi beş yıldır çekmekte olduğunuz çilelerden halâs ve necâtınız böyle ölümle mi, ayrılıkla mı olacaktı? Acılar ve ağrılar çeken ve zehirler içen o mübârek kalbinizin istirahati, böyle varıp kara toprağa yatmakla mı olacaktı? Hiçbirimizin huzurunuzda hazır bulunmadan ve bu gözümüzle bir daha görmeden, yap yalnız ve ücrâ bir köşede bu ölümün,
bu ef‘âlin ne acı ve ne hazîn! Günün birinde birdenbire “Üstâd ölmüş, âh!” diye bir ses işitmek veya bir iki satırlık bir mektub almak veyahud rüyada görüp pür-telâş uyanmak ve sarsılmak ne kadar elîm Üstâdım!
Mübârek vasiyetnâmenizi görmek ve okumakla ve korkulu ve endişeli haberler gelmekle beraber, biz hâlâ bu irtihâl ve bu mevt hâdisesinin bu kadar yakın bir zamanda vukū‘ bulacağına inanamıyoruz. Hatta bunu şu sûretle te’vîl ve hayır ile tefsîr ederek, bunun ezâ ve işkencelerden ve esâretten kurtulması ve dirilmesi alâmetidir, diye telakkî ediyoruz.
Evet, madem ki: اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ var. Senin de bir gün olup öleceğini biliyoruz; fakat böyle tenhâ ve garib, mesmûm ve mağmûm ve işkencelerle ve biraz da mevsimsiz olarak değil! Yirmi beş senedir, seni hep menfâlarda ve hep ücrâlarda arayan bu hicranlı gönüller, demek hiç mi gülmeyecek? Üç-beş sene, hatta bir senecik olsun, gözlerimizle serbest olarak, bu derdliler ve kimsesizler seni hiç mi görmeyecek? Zehirli yılan ve akreblerin bile gezip dolaşmasına, vahşi kâfirlerin bile serbest yaşamasına açılan bu yeryüzü, yalnız sana mı yasak? Dünya kurulalı akan ve harlayan ve her zîruha mübâh ve helâl olan gümüş gibi ırmak ve çayların tatlı ve serin suları, bağ ve bahçe ve gülistanları ve bunların türlü çiçek ve meyveleri, yalnız sana mı memnû‘? Çekilen âhlar yüzünden yalnız senin değil, yüzlerle yerinden delinen hepimizin ciğerlerimizin ta‘mîr ve tedâvisi kābil değil! Biz hep ağlayan bu beşeriyetin gözyaşlarının seninle, yani Risâle-i Nûr ile dineceğine; hep sızlayıp acıyan kalblerin, hâdim olduğun nûrlarla teselli bulacağına bel bağlamış ve inanmıştık. Böyle bir emr-i Hakk vukū‘ bulduğunda, seni nerede defnedeceğiz? Konya’da Hazret-i Mevlânâ’da mı? Civâr-ı Hazret-i Eyûb’de mi? Yoksa Cennetü’l-Muallâ veya Cennetü’l-Bakî‘de mi? Bunu bize açıkça bildir. Hayır Üstâdım! Gel, biz seni Risâle-i Nûr tercümanı şahsiyetiyle gönlümüze gömelim! Her zaman seni orada görelim, görüşelim! Her zaman sevelim ve sevişelim ve söyleşelim! Veyahud bu ciheti مَا قَبَضَ اللّٰهُ نَبِيًّا اِلَّا فِي الْمَوْضِعِ الَّذ۪ي يُحِبُّ اَنْ يُدْفَنَ ف۪يهِ hadîs-i âlîsine havâle ederek, vasiyetnâmenizde onun için mi beyân ve tasrîh buyurmadınız? Eğer böyle ise, Emirdağ’ını intihâb ve ihtiyâr ettiğiniz anlaşılıyor.
Âh, o Emirdağ’ı! Biz onun nasıl bir dağ olduğunu hâlâ anlayamadık. Ondaki esrârı hâlâ çözemedik. O dağ hakîkaten Emirdağ mı? Yoksa esîrdağ mı? O dağ bize bir dâğ oldu. O dağın vurduğu dâğ, yine bizi dâğladı! Onun dâğı bizi
dâğladı. Onun dâğı bizi yaktı, kavurdu! O dağ bizim bir dâğımız üzerine binlerle dâğ vurup, hepimizi dâğdâr-ı hüzün ve elem etti!
Âh o dağ, yüz binlerle kardeşin yetîm kalmasını kasdetti! Hepimizi diri diri ateşlere yaktı. Hâsılı o dağ seni harâb, bizi kebâb etti Üstâdım! Ona Emirdağ’ı değil, emerdağı, eceldağı demeli. Seni aramızdan alıp kendine ve içine çeken o dağa, Emirdağ’ı değil, emendağı demeli. Ey اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ nefes-i rahmânîsiyle dirilen Üstâdımız! Said öldü desek, inanırlar mı? Hem said ölür mü? Ölen şakî ve hayvan değil midir? Buyurduğun gibi, bu ancak bir yer değiştirme ve muvakkat bir ayrılmadır. Fakat bizim için çok acı, çok!
“Ey benim kıymetli babam!” diye ağlayan Fâtımatü’z-Zehrâ anamız gibi, ey seyyidimiz, ey Üstâdımız! “Vâ-esefâ vâ-kürbetâ!” diye yaşlar döküp ağlıyoruz. O anamızın dediği, صُبَّتْ عَلَيَّ مَصَٓائِبُ لَوْ اَنَّهَا صُبَّتْ عَليَ الْاَيَّامِ حِرْنَ لَيَالِيَا misillü biz de deriz:
Âh, sevgili Üstâdımız! Üzerimize öyle musibetler çöktü ve döküldü ki; eğer o musibetler, şu güneşli güzel gündüzler üzerine dökülse ve yağsa idi, gündüzler kararır, muhakkak gece olurdu. Artık bundan sonra yapacağımız bir şey varsa, o da: “Semler içen, gamlar çeken Üstâdınız göçtü bekāya; hasret kalan kardeşlerim, dostlarım size olsun elvedâ‘!” deyip, ağlamak, hep ağlamak!
Üstâdım! Sen dünya lezzetlerini tatmadın. Ömründe bir kerre olsun, bu fenâ güllerine el uzatmadın; ve uzana uzana bir saat bile sıcak ve rahat döşeklerde yatmadın. Âkıbet bırakıp gidiyorsun. Şimdi biz, haccetü’l-vedâ‘sız böyle bir ölüme nasıl inanalım? Hutbetü’l-vedâ‘sız bir hicrana nasıl dayanalım? Ey Fahr-i Âlem’in nûrdan bir incisi! Ey ehl-i İslâmın bir müncîsi!
Gel, sana bir değil, bu sefer bin bedel verelim de şu rıhlet, şu hicret, şu hicran daha birkaç sene sonraya kalsın! Hep beraber arz-ı Hicâz’a varalım. Ka‘be’ye yüzler sürelim. Bizi Arafât’a çıkar. Son sözlerini Hind’den, Yemen’den, Irak’dan ve Afgan’dan ve dünyanın her yerinden o mahall-i mübârek ve mukaddeste toplanan bütün müslümanlara, bütün âşıklara
ve bütün hicranlı gönüllere söyle. Bize اَلَا هَلْ بَلَّغْتُ yü tekrarlayıp, فَلْيُبَلِّغِ الشَّاهِدُ مِنْكُمُ الْغَٓائِبَ derken, âlem-i gayb ve ervâha, işte oradan pervâz et! Mübârek cesedini alıp, hürmetle Harem-i Şerîf’e getirip, pâk olan vücûdunu âb-ı zemzem ile gaslederken, biz de bir taraftan hiç durmadan akan gözyaşlarımızla yıkanıp, arınalım. Mübârek na‘şını Risâle-i Nûr’dan yapılan ak kefene kat kat sarıp, misk-i anberle buhûrladıktan sonra, ûd ağacından yapılan hususî tabuta koyup, son def‘a olmak üzere bir daha ellerini öperek, Ka‘be-i Muazzama’nın kara perdesini de üstüne çekerek, Hacerü’l-Esved huzuruna çıkalım. Ka‘be avlusunda toplanan ve dâireler şeklinde saf saf dizilen yüz binlerle ehl-i îmân ve melâike-i arz ve âsumâna, o azîz ruhun imam olup, cenaze namazını edâ edelim. Arştan ve hâtiften duyulan “Nice bilirsiniz?” suâline;
“Fahr-i Âlem’in nûrdan bir incisi bu, Ehl-i İslâm’ın büyük bir müncîsi bu.
Şânında söylemiş Kur’ân-ı Mecîd, deriz hep فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَع۪يدٌ”
diye cümleten cevab verip, oradan başlarımız ve parmaklarımız üstünde, yalın ayak ve baş açık, arz-ı Hicâz’ı velveleye ve dehşete salan tekbîr ve tehlîl sadâları ve meleklerin de çıkardığı yas ve mâtem sesleriyle, Medîne-i Resûlullâh’a ve Ravza-i Mutahhara’ya varalım. “ اَلصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللّٰهِ İşte emânetin! İşte Risâletü’n-Nûr’un kahramanı! İşte Kur’ân’ında ‘Said’ ve hadîsinde ‘Seyyid’ diye söylenen mübârek Üstâdımız!” diyerek, seni Fahr-i Âlem’e sunalım. O nûrânî yeşil perdeler arkasında uzanan Muhammed’imizin, (asm) mahbûbumuzun nûr elleri, tabutunu kendine ve kabr-i saadetine çekerken, hepimiz bayılıp bir daha ayılmamak üzere, “Allah!” na‘rasıyla Ravza-i Pâk’e serilip ve اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ olup, biz de canlarımızı, cânânımıza verelim ve وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ جَٓاؤُكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَلَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَوَّابًا رَح۪يمًا sırrına erelim.
Hazretinize buradan ayrılık söylemiştim
Çekilip nûr-u hidâyet, yine zindan olacak.
Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak.
Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm,
Çünki hicran dolu kalbim, yine hicran olacak.
Yine göç var diye, mecnuna haber verme sakın,
Yine mâtem, yine zârî, yine efgān olacak.
Açılan ol gül-ü tevhîd, sararıp solsa gerek,
Kapanıp ka‘be-i irfân, yine vîrân olacak.
Haber aldım ki, yarın yâd olacakmış bize yâr,
Ne büyük yâre ki, kimler buna derman olacak.
Bu büyük derd-i elemden, kime şekvâ edeyim?
İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak.
O şifâbahş olan envârını sen çeksen eğer,
Bana kim nûr verecek, kim bana Lokmân olacak?
O temiz pâk nefesin, âb-ı hayatı bu çölün,
Onu dûr etme ki, her ferd ona reyyân olacak.
Hele ol nûr-u şerîfin, kime değmişse eğer,
Küçücük zerre de olsa, meh-i tâbân olacak.
O lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe benim,
Bu küçük kalb-i hazînim, yine hândân olacak
Bâb-ı feyzinden ırak olmayı aslâ çekemem.
Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban (Hâşiye) olacak.
Nazarın erse, garib başıma ey nur-u Hudâ!
Bugün artık bu hakir bendede ummân olacak.
Bu anâsır, yüzüne her ne kadar çekse hicab.
Yine haksın, buna şâhid yine Kur’ân olacak.
Kāb-ı Kavseyn’den alıp dersimi, bildim ki ayan,
O güzel nûr-u bedi‘ ma‘nevî sultan olacak.
Sakınıp, Feyzî-i bîçâreye bahis açma bugün,
Yeni baştan yine şeydâ, yine giryân olacak.
Bîçâre talebeniz
Hasan Feyzî
Hâşiye: Bu şehîd kardeş gibi, Nûr’un kahraman fedâkâr şâkirdlerinin pek kuvvetli duâları, o zehiri kırdı. O vasiyetnâmenin hükmünü te’hîre vesîle oldu.
Saîdü’n-Nûrsî