Mektub 138

Sayfa 138

Evet, semâvât ve arzın Hâlik’ı, semâvât ve arza bakan bir kelâmıyla, semâvât ve arzın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan Habîb-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı hitâbında, o eyyâmları isti‘mâl etmek, Kur’ân’ın ulviyetine ve muhâtabının kemâline yakışır. Ve ayn-ı belâgattir. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ

وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِكِتَابِه۪

Saîdü’n-Nûrsî

(138)

(Saîd’in bir fıkrasıdır)

بِاسْمِه۪ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَٓائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ

Azîz, sıddîk, vefâdâr, hakîkatli, fedâkâr kardeşlerim Nûh Bey, Molla Abdülmecîd, Molla Hamîd,

Çok mübârek hediyenizi açtık, gördük ki, Van hediyesi değil, belki Medîne-i Münevvere ve Ravza-i Şerîfe’nin mübârek kerâmetli hediyesidir. Hem fiyatı üstünde yazıldığı gibi yirmi beş lira değil, yirmi beş bin liradan fazla ma‘nen kıymetlidir. O mübârek hediyeyi Medîne-i Münevvere nâmına, bu havâlîdeki Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinde hâlis hizmetkârlarına ve benim arkadaşlarıma tevzî‘ etmek için, alerre’si ve’l-ayn kabul ettik. Fakat bu ma‘nevî hediyenin ehemmiyetli bir sırrı bulunduğu bana ihtâr edildi. Yani Cenâb-ı Hakk’a yüz bin def‘a şükrediyorum ki, Kur’ân’a ve Zât-ı Risâlete hizmetimizin bir alâmet-i makbûliyeti nev‘inden olarak, bir iltifât-ı Nebevî’yi hissettim. O sırrı size açmak münâsib görüldü. Şöyle ki:

Şimdi bu mektubu yazan kâtib ile kardeşi Mes‘ud beraber bir gün, üç aydan beri bahsi geçmediği Ahmed Ağa’nın bahsi geçti. Beraberimde Kâtib Tevfîk ile Mes‘ud’a dedim: “Bütün kitapları Diyarbekir’deki Ahmed Ağa’ya göndereceğiz. Tâ ya Şâm-ı Şerîf tarafına, ya Van’daki sadîklara ulaştırsın.” Bu sözümüz ve meşveretten dört saat sonra, aynen o Ahmed Ağa habersiz çıktı geldi. Fesübhânallâh, dedik, bunda bir sır var.

Sayfa 139

Aynı günde siyah bir mürekkebimiz vardı. “Keşke güzel bir kırmızı mürekkebimiz olsaydı” dedik. Biraz o mürekkebden taş üzerine döktük. Siyah ve mor idi. Sonra yazmaya başladık. Tam istediğimiz tarzda kırmızı oldu. Bu hâle yedi-sekiz kişi pek çok hayret ettik. Bu işi bir fâl-i hayır addettik. Siyah tâliimiz sûretini değiştirip parlayacaktır, diye ma‘nâ verdik. Sonra birdenbire hatırıma geldi: Şâm-ı Şerîf’te eniştem Molla Saîd var. Bir kısım kitapları Ahmed Ağa’ya verip göndereceğim dedikten sonra, tam bir sıddîk olan Nûh Bey hatırıma geldi. Evvel başka memleket niyetiyle, sonra İstanbul, sonra Mısır’a niyet edip yazdırdığım kitapları, en lâyık Van’ı ve en sâdık Nûh’u gördüm. Ona göndereceğim diye, Ahmed Ağa gittikten sonra, onun arkasından Burdur’a kadar gönderdim.

Sonra bu işte bir muvaffakiyet ve teshîlât göründü ki, şübhe bırakmadı ki, burada bir sır var. Nazar-ı dikkati celb etti. Dikkat ettik ki, evvelki mektubda size yazdığımız gibi, İstanbul’da oturan bir adam, üç def‘a buraya misafireten gelerek, onun eliyle Nûh Bey’in üç def‘a mektub ve telgrafı elime geçiyor. Ve en sevdiğim Hulûsî Bey ve Molla Abdülmecîd ve Molla Hamîd ve Hoca Abdülmecîd Efendilerin selâmları ve isimlerini bir mektubda, yine o Mehmed Efendi geçen sene bana o getirdi. Dedim: “Bu bir işâret-i inâyettir, bu tesadüfî değil.”

Sonra Nûh’un hediyesi, yirmi beş liralık kıymetinde bir teneke, bizim nâmımıza geldiğini işittik. Arkadaşlarla beraber hesab ettik ki, bizim burada hangi tarihte kitap hediyelerini Nûh için hazırlıyorduk, aynı tarihte, Nûh habersiz olarak, kırk gün mesâfede, bize o nisbette ve ma‘nâ cihetiyle onun gibi mübârek hediyeyi hazırlıyordu. Bu tevâfuk kat‘iyen tesâdüf değil. Hatta bir kısım dostlar dediler ki, “Bu Nûh Bey’in kerâmetidir. Acaba Nûh Bey’in kerâmeti var mı ki, bunu biliyormuş gibi mukābilini gönderiyor?” dediler. Dedim ki: “İhlâsın ve sadâkatin dahi velâyet gibi kerâmeti var. Belki bazen daha fevkındedir.”

Hediyenin vürûdundan sonra, bir ay kadar kazâ merkezinde bıraktık, almadık. Sonra Nûh’un mektubunu aldıktan sonra getirterek açtık, hayrette kaldık. Tasavvurumuzun bütün bütün fevkınde çıktı. Bu teberrüke karşı istiğnâ değil, belki bir iltifât-ı Ravza-i Mutahhara olduğundan, ona karşı dilencilikle iftihâr ediyorum.

Sayfa 140

كُلُّ شَيْءٍ مِنَ الْحَب۪يبِ حَب۪يبٌ sırrınca, Habîb’in diyârından gelen her şey mahbûbdur. Ve onun içinde, bilhassa Ravza-i Mutahhara’nın levha-i müzeyyene ve münevveresi vardı. Bir kısım san‘at-ı İlâhiyenin bir nevi‘ küçük müzehânesi şekline getirdiğim hücremin duvarına, o levha-i mübârekeyi dahi ta‘lîk ettim ve karşısında oturdum. Derince, müştâkāne temâşâya başladım. Birden, o levhada bana ihtâr eder gibi kalbime geldi: “Bizler, senin risâlelerinin ma‘nîdâr işaretleriyiz.” Fesübhânallâh, dedim, bu hediye içinde sırlar var.

Tedkîke başladım. Baktım ki, gönderdiğim risâleler kaç parçadır, her bir parçaya mukābil bir nevi‘ hediye var. Yirmi bir parça, hem risâlelerden, hem teberrükten saydım. Bu çeşit teberrükü şimdiye kadar işitmemiştim. Hiçbir hacı böyle bir zamanda, böyle merak edip, her nevi‘den bir kısmı alsın, hem benim hesabıma Medîne-i Münevvere’nin mübârek eşyâsını bana ayırıp göndersin… Bu demek Nûh muh işi değil. Ravza-i Mutahhara sâhibinin bu teberrük içinde bir iltifâtı vardır.

Mademkitapların parçaları ve hediyelerin nev‘leri birbirine tevâfuk ediyor. Öyle ise her bir nevi‘, bir nevi‘ kitaba işareti var, münâsebeti var. Şu gözümün önündeki levha ise, Mu‘cizât-ı Ahmediye (asm) nâmında aslı beş parçadan ibâret On Dokuzuncu Mektub’a muvâfakat-i münâsebeti var. Çünki şu levha, o Ravza-i Mutahhara’nın ve Hücre-i Saadet’in sûretini gösterdiği gibi, Mu‘cizât-ı Ahmediye (asm) Risâlesi dahi asr-ı saadetin ma‘nevî sûretini almıştır. Şu beş minâre, o beş parçaya işaret ediyor. Şu kubbe Mi‘râc Risâlesine bakıyor.

Öyle ise, sâir nev‘lerin dahi, risâlelerin nev‘lerine işaret ediyor diye, dikkat ettim ki, yedi nevi‘ hurmâ gönderilmiş. Bir parçası büyükçe, otuz üç tane kadar. Fesübhânallâh, dedim, yedi nevi‘ göndermekte ne ma‘nâ var? Birden kalbime geldi ki, îmân-ı billâha dâir yedi nevi‘ ile aynı hakîkat yazılmış, Van’a gönderilmiş. Dikkat ettim, evet, mevzu‘ vahdâniyet-i İlâhiye olduğu halde, Yirminci Mektub ile sûreti küçük, ma‘nâsı pek büyük zeyliyle ve Yirmi İkinci Söz, her biri birer risâle, Birinci Makam, İkinci Makam ve Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıfı ile evvelki iki mevkıf her biri birer risâle hükmünde ve Otuz Üçüncü Mektub, Otuz Üç Pencere ile yedi risâledir. O da aynen yedi nevi‘ envâr-ı ma‘rifetullâhtan bir şems-i hakîkatin ziyâsındaki elvân-ı seb‘a gibi bir mâhiyet gösterdiğinden, Medîne-i Münevvere’nin

Sayfa 141

hediyesi içinde hakîkat-i hurmâdan yedi nevi‘, Nûh Bey’in eline verilip buraya kadar gönderilmesi, o yedi nûra tevâfukla bir makbûliyet işareti veriyor dedik, Allah’a şükrettik.

Hem o nevi‘den birisi otuz üç tane olması, o risâlelerin birisi Otuz Üç Pencere olması ve hediye içindeki tesbîh üç def‘a otuz üç olması, Otuz Üçüncü Söz’ün Otuz Üçüncü Mektubu'ndan Otuz Üç Penceresine muvâfakati, Nûh’u ihtiyârsız, sırf bir vâsıta-i zâhirî olarak bize gösterdi. Nûh’a değil, belki Ravza-i Mutahhara’ya karşı minnetdârâne, müteşekkirâne baktık.

Sonra o mübârek mâ-i zemzem, büyükçe bir şişe ve parlak nûrânî bir sûrette içinden çıkmış. Dedik ki: Elbette bu mâ-i zemzem dahi, âb-ı hayatın mâ-i zemzemesini kâinâta dağıtan Kur’ân-ı Mübîn’in menbaı ve birinci mahall-i nüzûlü, Bi’r-i Zemzem civarı olduğundan, Yirmi Beşinci Söz olan İ‘câz-ı Kur’ân’a işaret vardır. Ve alâmet-i makbûliyet olarak telakkî ediyoruz.

Saîdü’n-Nûrsî

(139)

(Hüsrev’in fıkrasıdır)

Azîz Üstâdım,

Cemâziye’l-âhir ayında vukū‘ bulan وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ âyetinin ifade ettiği hâlâtın bir numûnesini îzâh eden hâdisât-ı semâviye ile Kur’ân’ın semâsında parlayan Lafza-i Celâl yıldızlarının acîb ve tatlı tevâfuklarını ders veren o kıymetdar mektubunuzu, Hâfız Ali kardeşimiz de dâhil olduğu halde Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü, Keçeci Mustafa Efendi ve Ağabeyim Ali Efendi ile beraber okuduk. O gece meclisimiz pek tatlı idi. Hâdisât-ı semâviyeyi hayret ve taaccüble ve pek büyük bir sevinçle karşılayarak, Mele-i A‘lâ’nın bayramlarına biz de iştirâk etmiştik.

Nasıl ki bu hâdise-i semâviyenin birinci def‘a vukūu, başta insan sûretinde yapılmış Hubel ta‘bîr ettikleri büyük putlarıyla üç yüz altmış putu ilâh kabul eden müşrikîn-i Kureyşin helâkini netice vermişti. İnşâallâh bu ikinci vukū‘ da on dördüncü asr-ı Muhammedîde (asm) ve Avrupa terakkiyâtıyla iftihâr ettiği ve yirminci asır nâmını alan bugün de, ehl-i fetretin putperestliğinden daha fecî‘ bir sûrete giren sûretperestliğin kökü kesileceğini bize i‘lân ediyordu.

Barla Lahikası
  • Evet, semâvât ve arzın Hâlik’ı, semâvât ve arza bakan bir kelâmıyla, semâvât ve arzın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan Habîb-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı hitâbında, o eyyâmları isti‘mâl etmek, Kur’ân’ın ulviyetine ve muhâtabının kemâline yakışır. Ve ayn-ı belâgattir. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ

    وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِكِتَابِه۪

    Saîdü’n-Nûrsî

    (138)

    (Saîd’in bir fıkrasıdır)

    بِاسْمِه۪ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

    تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ

    اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَٓائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ

    Azîz, sıddîk, vefâdâr, hakîkatli, fedâkâr kardeşlerim Nûh Bey, Molla Abdülmecîd, Molla Hamîd,

    Çok mübârek hediyenizi açtık, gördük ki, Van hediyesi değil, belki Medîne-i Münevvere ve Ravza-i Şerîfe’nin mübârek kerâmetli hediyesidir. Hem fiyatı üstünde yazıldığı gibi yirmi beş lira değil, yirmi beş bin liradan fazla ma‘nen kıymetlidir. O mübârek hediyeyi Medîne-i Münevvere nâmına, bu havâlîdeki Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinde hâlis hizmetkârlarına ve benim arkadaşlarıma tevzî‘ etmek için, alerre’si ve’l-ayn kabul ettik. Fakat bu ma‘nevî hediyenin ehemmiyetli bir sırrı bulunduğu bana ihtâr edildi. Yani Cenâb-ı Hakk’a yüz bin def‘a şükrediyorum ki, Kur’ân’a ve Zât-ı Risâlete hizmetimizin bir alâmet-i makbûliyeti nev‘inden olarak, bir iltifât-ı Nebevî’yi hissettim. O sırrı size açmak münâsib görüldü. Şöyle ki:

    Şimdi bu mektubu yazan kâtib ile kardeşi Mes‘ud beraber bir gün, üç aydan beri bahsi geçmediği Ahmed Ağa’nın bahsi geçti. Beraberimde Kâtib Tevfîk ile Mes‘ud’a dedim: “Bütün kitapları Diyarbekir’deki Ahmed Ağa’ya göndereceğiz. Tâ ya Şâm-ı Şerîf tarafına, ya Van’daki sadîklara ulaştırsın.” Bu sözümüz ve meşveretten dört saat sonra, aynen o Ahmed Ağa habersiz çıktı geldi. Fesübhânallâh, dedik, bunda bir sır var.

Item 1 of 4