Sayfa 298

[147]

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الرَّسَٓائِلِ الَّت۪ٓي اَرْسَلْتُمُوهَا لَنَا

Azîz, sıddîk kardeşlerim, Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Isparta vilâyetini, eskiden beri bir gaye-i hayâlim olan bir Medresetü’z-Zehrâ, bir Câmiü’l-Ezher yapmış. Sizin kalemleriniz, Risâle-i Nûr’u matbaaya muhtaç etmeyeceğini, böyle kısa bir zamanda bu kadar mükemmel tevâfuklu nüshaları teksîr etmesi, bugün sabahleyin söylediğim bir da‘vâya, öğleye yakın sizin bu cennet bahçelerinin meyveleri gibi tatlı ve güzel hediyenizi Emîn getirdi. Sabahtaki da‘vâyı tam isbat etti. Da‘vâ da budur:

Demiştim: Risâle-i Nûr’un hizmet ettiği hakāik-i îmâniye her şeyin fevkınde olduğu gibi, bu zamanda her şeyden ziyâde onlara ihtiyaç var. Fakat kalbini öldürmüş, nefsi hevesâtla şımarmış mülhidler, îmândaki hakîkatin derece-i ihtiyâcını inkâr ettiklerinden, “Ehl-i diyânet ve ehl-i ilmi sevk eden, tahrîk eden makāsıd-ı dünyeviye ihtiyâcâtıdır” diye ithâm ediyorlar. O ithâma göre de pek insafsızcasına onlara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri kat‘î bir surette iskât etmek, bilfiil, maddeten öyle fedâkârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları, onların hakāik-i îmâniye ihtiyaçlarını susturmuyor.

“Acaba öyleler var mı?” diye hâtırlarına geldi. Evet, vardır. İşte Isparta vilâyeti ve havâlîsi. İşte, Sandıklı tarafından üç-dört ay zarfında Risâle-i Nûr’u her şeye tercîh eden efeleri ve mücâhidleri diye da‘vâ etmiştim. İki saat sonra, hiç me’mûl etmediğimiz bir tarzda, Rahmetullâh nâmını alan Emîn, iki sandıkla o da‘vâya iki huccet gösterdi. Kardeşimiz Kâtib Osman’ın mektubu, ayrı ayrı çok meraklarıma bir merhem oldu. Cenâb-ı Hakk, onun gibi Risâle-i Nûr’a binler şâkirdleri medrese-i nûrâniyede yetiştirsin. Âmîn. Âtıf’ın da Sandıklı tarafına gitmesi, muvaffakiyet kazanması, değil bizleri, melâikeleri de sevindirdi. Karye-i İrfân nâmı inşâallâh bir medrese-i nûriye olur. Zaten Âtıf’ın da ihlâsı, öyle netice vereceğini hissediyordum. Gül, Nûr, mübârek medrese-i nûriye, ma‘sûm ihtiyârlar hey’etine binler selâm ve selâmetlerine duâ ediyoruz.

Kardeşiniz

Saîdü’n-Nûrsî

Sayfa 299

[148]

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ

Azîz, sıddîk kardeşlerim,

Hizb-i Nûrî’de, hem تَفَكُّرُ سَاعَةٍ sırrı, hem küllî bir ubûdiyet bulunduğundan, şimdi bu vakitte kuvvetli bir emâreyi müşâhede ettim. Bugün Risâle-i Nûr’un Hizb-i Nûrî’sinden bir kısmını ve Cevşenü’l-Kebîr’den dahi bir kısmını okurken gördüm ki, kâinâtın envâını ve âlemlerini Yirmi Dokuzuncu Mektub’un âhir kısmı اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetinin beyânında, seyâhat-i kalbiye ile, her bir ism-i İlâhî bu kâinâttaki bir âlemi nûrlandırdığını ve zulümâtı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşenü’l-Kebîr ve Risâle-i Nûr ve Hizb-i Nûrî dahi kâinâtı baştan başa nûrlandırıyor, zulümât karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor, ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm. Kâinâtı envâıyla pamuk gibi hallâc ediyor, tarak ile tarıyor müşâhede ettim. Ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinât perdelerinin arkasında envâr-ı tevhîdi gösteriyor.

Ezcümle, iki gün evvel, İsm-i Hakem Nüktesi’ni okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzûmesinin bahsini, Risâle-i Nûr mesleğine vech-i tatbîkini anlamamış. Demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder” tevehhüm etmiş. Yanımda, ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır” dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinâdları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde nûr-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını ta‘kîb ediyor, en uzak tahassungâhlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: “O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!” Başına vurur.

Hem kâinâtı baştan başa aynalar hükmünde tecelliyât-ı esmâya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey huzura mâni‘ olmuyor. Ehl-i tarîkat ve hakîkat gibi, huzûr-u dâimî kazanmak için kâinâtı ya nefyetmek veya unutmak, daha hâtıra getirmemek değil, belki kâinât kadar geniş bir mertebe-i huzûru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve dâimî kâinât vüs‘atinde bir ubûdiyet dâiresini açtığını gördüm. Daha var. Fakat şimdi bu kadar yazdırıldı.

Saîdü’n-Nûrsî

  • [147]

    بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ

    وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

    اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الرَّسَٓائِلِ الَّت۪ٓي اَرْسَلْتُمُوهَا لَنَا

    Azîz, sıddîk kardeşlerim, Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Isparta vilâyetini, eskiden beri bir gaye-i hayâlim olan bir Medresetü’z-Zehrâ, bir Câmiü’l-Ezher yapmış. Sizin kalemleriniz, Risâle-i Nûr’u matbaaya muhtaç etmeyeceğini, böyle kısa bir zamanda bu kadar mükemmel tevâfuklu nüshaları teksîr etmesi, bugün sabahleyin söylediğim bir da‘vâya, öğleye yakın sizin bu cennet bahçelerinin meyveleri gibi tatlı ve güzel hediyenizi Emîn getirdi. Sabahtaki da‘vâyı tam isbat etti. Da‘vâ da budur:

    Demiştim: Risâle-i Nûr’un hizmet ettiği hakāik-i îmâniye her şeyin fevkınde olduğu gibi, bu zamanda her şeyden ziyâde onlara ihtiyaç var. Fakat kalbini öldürmüş, nefsi hevesâtla şımarmış mülhidler, îmândaki hakîkatin derece-i ihtiyâcını inkâr ettiklerinden, “Ehl-i diyânet ve ehl-i ilmi sevk eden, tahrîk eden makāsıd-ı dünyeviye ihtiyâcâtıdır” diye ithâm ediyorlar. O ithâma göre de pek insafsızcasına onlara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri kat‘î bir surette iskât etmek, bilfiil, maddeten öyle fedâkârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları, onların hakāik-i îmâniye ihtiyaçlarını susturmuyor.

    “Acaba öyleler var mı?” diye hâtırlarına geldi. Evet, vardır. İşte Isparta vilâyeti ve havâlîsi. İşte, Sandıklı tarafından üç-dört ay zarfında Risâle-i Nûr’u her şeye tercîh eden efeleri ve mücâhidleri diye da‘vâ etmiştim. İki saat sonra, hiç me’mûl etmediğimiz bir tarzda, Rahmetullâh nâmını alan Emîn, iki sandıkla o da‘vâya iki huccet gösterdi. Kardeşimiz Kâtib Osman’ın mektubu, ayrı ayrı çok meraklarıma bir merhem oldu. Cenâb-ı Hakk, onun gibi Risâle-i Nûr’a binler şâkirdleri medrese-i nûrâniyede yetiştirsin. Âmîn. Âtıf’ın da Sandıklı tarafına gitmesi, muvaffakiyet kazanması, değil bizleri, melâikeleri de sevindirdi. Karye-i İrfân nâmı inşâallâh bir medrese-i nûriye olur. Zaten Âtıf’ın da ihlâsı, öyle netice vereceğini hissediyordum. Gül, Nûr, mübârek medrese-i nûriye, ma‘sûm ihtiyârlar hey’etine binler selâm ve selâmetlerine duâ ediyoruz.

    Kardeşiniz

    Saîdü’n-Nûrsî

Item 1 of 2