Otuz Birinci Söz’ün Dördüncü Esası
Mi‘râc’ın semerâtı ve fâidesi nedir?
Elcevab: Şu şecere-i tûbâ-yı ma‘neviye olan Mi‘râc’ın beş yüzden fazla meyvelerinden numûne olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.
Birinci Meyve: Erkân-ı îmâniyenin hakāikini göz ile görüp, melâikeyi, cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zülcelâl’i göz ile müşâhede etmek, kâinâta ve beşere öyle bir hazine ve bir nûr-u ezelî ve ebedî hediye getirmiştir ki, şu kâinâtı perişan, fânî, karmakarışık bir vaz‘iyet-i mevhûmeden çıkarıp, o nûr ve o meyve ile, o kâinâtı kudsî mektûbât-ı Samedâniye ve güzel âyîne-i cemâl-i Zât-ı Ehadiyevaz‘iyeti olan hakîkatini göstermiş, kâinâtı ve bütün zîşuûru sevindirip mesrûr etmiş.
Hem o nûr ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a‘dâsı nihâyetsiz ve fânî, bekāsız bir vaz‘iyet-i dalâletkârâneden o insanı o nûr ve o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvîmde bir mu‘cize-i kudret-i Samedaniyesi ve mektûbât-ı Samedâniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultân-ı Ezel ve Ebed’in bir muhâtabı, bir abd-i hâssı, kemâlâtının istihsâncısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habîbi ve cennet-i bâkiyesine nâmzed bir misâfir-i azîzi sûret-i hakîkîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihâyetsiz bir sürûr, hadsiz bir şevk vermiştir.
İkinci Meyve: Sâni‘-i Mevcûdât ve Sâhib-i Kâinât ve Rabbü’l-Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyet’in başta namaz, esâsâtını, cin ve inse hediye getirmiştir ki; o marziyâtı anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki, ta‘rîf edilmez. Çünki herkes, büyükçe bir velîni‘metini yahud muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeştir; ve anlasa ne kadar memnun olur, temennî eder ki, “Keşke bir vâsıta-i muhâbereolsa idi, doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim. Benden ne istiyor? Anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim” der. Acaba bütün mevcûdât kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcûdâttaki cemâl ve kemâlât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zaîf bir gölge ve her anda nihâyetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihâyetsiz ihsânlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyâtını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.
İşte Zât-ı Ahmediye, (asm) yetmiş bin perde arkasında o Sultân-ı Ezel ve Ebed’in marziyâtını doğrudan doğruya mi‘râc semeresi olarak hakkalyakîn işitmiş ve getirip beşere hediye etmiştir. Evet, beşer kamerdeki hâli anlamak için ne kadar merak eder ki, biri gitse, dönüp haber verse, hem ne kadar fedâkârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki kamer, öyle bir Mâlikü’l-Mülk’ün memleketinde geziyor ki, kamer bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervâz eder. Küre-i arz pervâne gibi şemsin etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikü’l-Mülk-ü Zülcelâl’in bir misafirhânesinde mumdârlık eder.
İşte o Zât-ı Ahmediye (asm) öyle bir Zât-ı Zülcelâl’in şuûnâtını ve acâib-i san‘atını ve âlem-i bekādaki hazâin-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı kemâl-i merâk ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, mi‘râc vâsıtasıyla ve kendi gözüyle cenneti görmüş; ve Rahmân-ı Zülcelâl’in rahmetinin bâkî cilvelerini müşâhede etmiş; ve saadet-i ebediyeyi kat‘iyen hakkalyakîn anlamış; saadet-i ebediyenin vücûdunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki, bîçâre cin ve ins kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firâk içindeki mevcûdâtı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrât ile adem ve firâk-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaz‘iyet-i mevhûme-i cânhırâşânede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymetdar olduğu ve i‘dâm ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fânî cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-âver olduğu ta‘rîf edilmez. Bir adama i‘dâm edileceği anda, onun affıyla kurb-u şâhânede bir saray verilse, ne kadar sürûra sebebdir. İşte bütün cin ve ins adedince böyle sürûrları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.
Dördüncü Meyve: Rü’yet-i Cemâlullâhmeyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece lezîz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyâs edebilirsin. Yani her kalb sâhibi bir insan zîcemâl, zîkemâl, zî-ihsân bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsânın derecâtına nisbeten tezâyüd eder, perestiş derecesine gelir, canını fedâ eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir def‘a
görmesine, dünyasını fedâ etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün mevcûdâtta cemâl ve kemâl ve ihsân, onun cemâl ve kemâl ve ihsânına nisbeten, küçük birkaç lemeâtın güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihâyetsiz bir muhabbete lâyık ve nihâyetsiz bir iştiyâk ve nihâyetsiz rü’yete elyakbir Zât-ı Zülcelâl Ve’l-kemâl’in saadet-i ebediyede rü’yetine muvaffak olması, ne kadar saadet-âver ve medâr-ı sürûr ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu, insan isen anlarsın.
Beşinci Meyve: İnsan kâinâtın kıymetdar bir meyvesi ve Sâni‘-i Kâinât'ın nâzdâr sevgilisi olduğu mi‘râc ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zaîf bir hayvan ve âciz bir zîşuûr olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinâtın bütün mevcûdâtı üstünde bir makam-ı fahrveriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürûr-u mes‘ûdiyetkârâne veriyor ki, tasvîr edilmez. Çünki âdî bir nefere denilse: “Sen müşîr oldun.” Ne kadar memnun olur.
Halbuki fânî, âciz bir hayvan, zevâl ve firâk sillesini dâimâ yiyen bîçâre insana birden; “Ebedî, bâkî bir cennette Rahîm ve Kerîm bir Rahmân’ın rahmetinde ve hayâl sür‘atinde, ruhun vüs‘atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtünde tenezzühe, seyerâna ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i cemâline de muvaffak olursun” denildiği vakit, insaniyeti sukūt etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve sürûru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.
Şimdi makam-ı istimâ‘da olan zâta deriz ki: İlhâd gömleğini yırt, at. Mü’min kulağını geçir ve müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsîl ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.
Meselâ, senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki; her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı. Her taraf müdhiş cenazelerle dolu. İşitilen sesler yetîmlerin ağlayışı, mazlumların vâveylâsıdır. İşte biz şöyle bir vaz‘iyette olduğumuz vakitte, biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjde ile bize yabancı olanlar ahbâb şekline girseler, düşman gördüğümüz kimseler kardeşler sûretine
dönseler, o müdhiş cenazeler huşû‘ve huzû‘da, zikir ve tesbîhde birer ibâdetkâr şeklinde görünseler; o yetîmâne ağlayışlar senâkârâne “Yaşasınlar!” hükmüne girse; ve o ölümler ve o soymaklar, gārâtlar terhîsât sûretine dönse; kendi sürûrumuzla beraber, herkesin sürûruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrûrâne olduğunu, elbette anlarsın.
İşte Mi‘râc-ı Ahmediye'nin (asm) bir meyvesi olan nûr-u îmândan evvel, şu kâinâtın mevcûdâtı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit yabancı, muzır, müz‘ic, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müdhiş cenaze, ecel herkesin başını kesip adem-âbâdkuyusuna atar. Bütün sadâlar, firâk ve zevâlden gelen vâveylâlar olduğu halde; ve dalâletin öyle tasvîr ettiği hengâmda meyve-i mi‘râc olan hakāik-i erkân-ı îmâniye, nasıl mevcûdâtı sana kardeş ve dost; ve Sâni‘-i Zülcelâl’ine zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zevâl bir nevi‘ terhîs ve vazîfeden âzâd etmek; ve sadâlar birer tesbîhât hakîkatinde olduğunu sana gösterir. Bu hakîkati tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözler’e bak.
İkinci Temsîl: Senin ile biz, sahrâ-yı kebîrgibi bir mevki‘deyiz. Kum denizi fırtınasında gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmîsiz, aç susuz, me’yûs ve ümidsiz bir vaz‘iyette olduğumuz dakikada birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misal bir yerde istikbâlimiz te’mîn edilmiş gayet merhametkâr bir hâmîmiz bulunmuş, yiyecek ve içecek her şey ihzâr edilmiş bir yerde bizi bıraksa, ne kadar memnun oluruz, bilirsin.
İşte o sahrâ-yı kebîr, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisât içinde harekât-ı zerrât ve seyl-i zaman tahrîkiyle çalkanan mevcûdât ve bîçâre insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağdâr olan istikbâli, müdhiş zulümât içinde olduğunu, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryâdını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihâyetsiz aç, nihâyetsiz susuzdur.
İşte semere-i Mi‘râc olan marziyât-ı İlâhiyeile şu dünya gayet, Kerîm bir zâtın misafirhânesi; insanlar dahi
onun misafirleri, me’murları; istikbâl dahi cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit, ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin bir meyve olduğunu anlarsın.
Makam-ı istimâ‘da olan zât diyor ki: “Cenâb-ı Hakk’a yüz binlerle hamd ve şükür olsun ki, ilhâddan kurtuldum, tevhîde girdim, tamamıyla inandım ve kemâl-i îmânı kazandım.”
Biz de deriz: Ey kardeş! Seni tebrîk ediyoruz. Cenâb-ı Hakk bizleri Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şefâatine mazhar eylesin. Âmîn.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي مَنِ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ وَنَبَعَ مِنْ اَصَابِعِهِ الْمَٓاءُ كَالْكَوْثَرِ صَاحِبُ الْمِعْرَاجِ وَ (مَا زَاغَ الْبَصَرُ) سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰٓي اٰلِه۪ وَاَصْحَابِه۪ٓ اَجْمَع۪ينَ مِنْ اَوَّلِ الدُّنْيَٓا اِلٰٓي اٰخِرِ الْمَحْشَرِ
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ ٭ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّٓا اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ٭ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا ٭ رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا ٭ رَبَّنَٓا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْلَنَٓا اِنَّكَ عَلٰي كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ٭ وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُم اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
DÖRDÜNCÜ ŞU‘
Bu risâle, ma‘nen ve rütbeten “Beşinci Lem‘a” dır. Sûreten ve makamen Otuz Birinci Mektub’un Otuz Birinci Lem’ası’nın kıymetdar “Dördüncü Şuâı” dır. Ve Âyet-i Hasbiye’nin mühim bir nüktesidir.
İhtâr: Risâle-i Nûr, sâir kitaplara muhâlif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişâf eder. Hususan bu risâlenin Birinci Mertebesi çok kıymetdar bir hakîkat olmakla beraber, çok ince ve derindir. Hem bu Birinci Mertebe, bana mahsûs gayet ehemmiyetli bir muhâkeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muâmele-i îmânî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî sûretinde, mütenevvi‘ ve derin derdlerime şifâ olarak tebârüz etmiştir. Bana tam tevâfuk eden tam hissedebilir. Yoksa, tam zevk edemez.
Dördüncü Şuâ`ın yalnız Birinci Mertebesi
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
Bir zaman ehl-i dünyâ beni her şeyden tecrîd ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Hem ihtiyârlık zamanımda kısmen teessürâttan gelen beş nevi‘ hastalıklara giriftâr olmuştum. Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risâle-i Nûr’un teselli verici envârına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım, gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı bekā ve şedîd bir muhabbet-i vücûd ve büyük bir iştiyâk-ı hayatve hadsiz bir acz ve nihâyetsiz bir fakr, bende hükmediyorlar. Halbuki müdhiş bir fenâ, o bekāyı söndürüyor. O hâletimde yanık bir şâirin dediği gibi dedim:
“Dil bekāsı, hak fenâsı istedi mülk-ü tenim. Bir devâsız derde düştüm, ah ki Lokmân bî-haber.” Me’yûsâne başımı eğdim. Birden حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ âyeti imdâdıma geldi, dedi: “Beni dikkatle oku.” Ben de günde beş yüz def‘a okudum. Benim için aynelyakîn sûretinde inkişâf eden çok kıymetdar envârından bir kısmını ve yalnız “dokuz nûrunu ve mertebesini” icmâlen yazıp, eskiden aynelyakîn ile değil, belki ilmelyakîn ile bilinen tafsîlâtını Risâle-i Nûr’a havâle ediyorum.